30 Aralık 2010 Perşembe

Spor ve Kültür


Bu gün kısa süreye sıkışan bir spor sohbeti yine klasik sözlerle sona erdi. Onların refah seviyesi yüksek, bizdeki hayat şartları onlarda olsa onlarda sporla, sanatla veya kültürel konularla ilgilenmezlerdi.

Bana hep boş laf olarak gelmiştir bu sözler. Bir tembellik ve kaçış olarak görüyorum bu sözleri. Yani bizim ülkemizin sadece derdi var, hayat bizim ülkemiz dışında muhteşem diğer ülkelerde boş zaman o kadar fazla ki yapacak bir şey bulamayıp bu tip saçma işlerle uğraşıyorlar. Bunun ne kadar yanlış olduğunu ve yaşam koşulları bizden daha kötü durumda olan ülkelerde de spora yüksek düzeyde katılım olmuyor mu? Güney Amerika’ da ki çoğu ülkenin yaşam koşuları bizimkinden ağır olduğunu biliyoruz. Çoğunda sabah ilk kalkan darbe yapıyordu son birkaç yılla kadar. Fakat spora ve kültürel faaliyetlere olan ilgisine bakarsanız hiçte az değildir.

Spor dalları arasında dünyada en popüler olan futbol ülkemizde de bir numaralı spor. Her dost söyleşisinde konu dönüp dolaşır futbola gelir. Herkesin bir fikri vardır, herkes çalıştırıcı, sol açık, forvet ve kalecidir. Bu saydıklarından biri hata yapsa hemen ben ol samlı cümleler başlar. Fakat aynı kişiye bir kaç soru sorun gerçek ortaya çıkacaktır. Bahsettiği maçın tamamını izlemiş mi? Haftada kaç maç izliyor? Hayatında kaç kere stada gitti? En önemlisi kaç kere yada en son ne zaman bir maçta oynadı? (Halı sahayı bile geçtim, iki taş bir top ile en son ne zaman buluştu) Ben hiç ihtimal vermiyorum bu sorulara tatmin edici cevaplar çıkacağına.

Fikir sahibi olmadan fikir beyan etmeyi seviyoruz. Görünüşte futbol ülkesi olarak gözüksek te esasında taraftar ülkesiyiz. Taraftar ülkesi derken şunu kastediyorum; bir takım tutuyoruz ve o takım başarılı olunca aidiyet duygusuyla sevinip, coşuyoruz. Yenilince de küfür ediyoruz, kızıyoruz ve ilgimizi azaltıp tribünleri boşaltıyoruz. Bunun yanında herhangi başka bir takımın ya da başka bir spor branşının karşılaşmasını izlemiyoruz. Bizim spor veya futbol sevgimiz sadece kendi tutuğumuz takımın (oda başarılı olduğu zamanlarda) seyredilmesinden öteye geçmiyor. Süper lig te belli başlı takımların dışında tribünler bomboş. Diğer alt liglerden bahsetmek istemiyorum.

Bu günkü sohbetimiz sırasında Almanya’ya gitmiş bir arkadaşımdan ilginç bir bilgi aldım. Değişik iş koll

arından ve öğrencilerden kurulu takımlar bir araya gelip lig kuruyorlar. Buraya kadar olan kısmını şu anda Gazoz Ligi adıyla bizim ülkede de yapılıyor. Ben de bu ligde yer alan bir takımın kalesini korumaya çalışıyorum. (Gazoz Ligi ile ilgili bir yazıda yazacağım yakın zamanda) Bizimkinden en büyük farkı bu liglerin ciddi boyutta taraftarı olması ve amatör futbolu seyretmek için gelen seyircilerin o takımlara ait bayrak, kaşkol ve benzeri eşyaları olması idi. İşte bu spor ve kültür seviyesinin ne kadar ileri olduğunu gösteriyor.

Ulusal futbolun zirvesindeki kulüplerimizde bile son on yıl içinde zor zar gelişen bu taraftar kültürü, Almanya da halı saha maçının bir üstü seviyesindeki maçlarda var. Bunu ekonomik koşular veya boş zaman azlığıyla açıklayamayız. Çok kısır bir açıklama yaparız. Bu ilgisizlik ve kayıtsızlığın sebebini Sosyolog olmadığım için tam olarak bilemiyorum. Tembellik mi? Sosyalleşmeye açık olmamak mı? Eğitim eksikliği mi?

Bu soruları cevap veremiyorum ama durum tüm gerçekliğiyle ortada. Katılımcı değiliz. Uzağından bakıyoruz birçok şeye. Gereksiz görüyoruz bu tip etkinlikleri. Yapacağımız onca iş var ya. Çok gülüyorum, sanki çok üretken bir toplummuşuz gibi davranılmasına. Ortada gezen ve çok iş var çok iş, ülkenin çalışmaya ihtiyacı var kalkınacağız bunlarla vakit kaybetmeyelim diyenler bana şaka yapıyorlar gibi geliyor. Çünkü bir toplumu gelişmiş yapan maddi kazançları değildir. Sunay Akın’ın dediği gibi “Gerçek değerlerimiz hisse senetleri değil hissi senetlerdir”. Hissi senetler bence kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlere katılmakla, elimizden geldiğince iyi ya da kötü yapmaya çalışmakla kazanılır. Ruh sağlığı içinde önemlidir bu faaliyetler. Ve o zaman 3. Sayfa haberlerine daha az rastlayacağımızı düşünüyorum.

2010 yıllının son gününde yazdığım bu yazıyla bu yıllı geride bırakıyorum. Yazar için acı dolu bir yıl oldu açıkçası. Beni küçük yaşlarımda, elimden tutarak götürdüğü yaz okulları sayesinde başlayan spor sevgim için Yaşar Reis’e teşekkür ederim. Umarım gittiğin yerde Beşiktaş’ının maçlarını izliyorsundur. Seni çok özledim baba.



Spor, sanat ve kültür dolu bir sene dileklerimle…

27 Aralık 2010 Pazartesi

Yazıklar Olsun


Bu gün yine kalbim sızlıyor ve kahroluyorum. Bir Galatasaraylı olarak dünkü kavgada sahaya inenlerle aynı takımı tutuğum için utanıyorum. Bu denyolar takımlarına nasıl bir zarar verdiklerini kestiremeyecek kadar beyinsizler. Karşı takım ne yaparsa yapsın bizim kendi tesisimize gelmiş, yaşları daha 18 bile olmayan çocuklara bu tip davranışın bahanesi olamaz.

Kaldı ki yarın kendi evlatları Samandıra da saldırıya uğradığı zaman ne hissedecekler. Bu tip bir davranış iki kulüp taraftarlarını birbirlerine olan nefretlerini ne boyutlara getirir, bu salakların haberi var mı? Yarın sokakta forması yüzünden öldürülen taraftarlar görürsek şaşırmamak lazım. Ayrıca efsane oyuncumuz Metin Oktay’ın adını taşıyan bir yerde böyle bir olayın yaşanması da utancımızı ikiye katlıyor. Centilmenliğiyle bizlere örnek olan bir efsanenin isminin yanına bu olay yakışmadı.

Şimdi yönetimi eleştirmek için fırsat çıktı denilecek ama şu iki senede başımıza gelmeyen kalmadı. Basketboldaki Cemal Nalga skandalı, yeni stadın yapımın da yaşanan sıkıntılar ve duraksamalar, futbol branşın da yaşanan başarısızlıklar, yönetim kurulunun içinde yaşanan olaylar vesaire Galatasaray’ın imajına yeterince zarar vermişken şimdide bu olay üzerine tuz biber oldu. Ve bunca olaya rağmen yönetim ayakta kalabiliyor. Her halde dünya da başka bir ülkede böyle bir tablo karşısında hiçbir yönetim duramaz. Ama bizde siyasi partiler, dernekler, vakıflar ve birçok yerde olduğu gibi spor kulüplerinde de koltuğa nasıl yapışılıyorsa kolay kolay ayıramıyorsunuz.

Sonuç olarak bende Fenerbahçe’ den ortalama bir Galatasaraylı kadar hoşlanmam. Tabii ki duygular karşılıklıdır. Ama bu karşılıklı hoşnutsuzluk, futbolu ve tutuğumuz takımı bu kadar çok sevmemizin nedeni değil mi? Bir Fenerli Galatasaray’dan, bir Galatasaraylı Fenerli’ den hoşlanmaz bu da rekabeti doğurur. Birbirimizi sevseydik zaten her maçı berabere bitirildik. Önemli olan sevmek değildir, rakibe saygıdır.

Biz ülke olarak saygımızı kaybetmiş durumdayız. Bu o kadar büyük boyutlardaki kendimize olan saygımızda yok olmuş durumda. Sahaya inip ağız burun kıran denyolar kime zarar verdiklerinin farkında olsalar da umursamayacaklardır. Yarın kahveye gidip biz dövdük çoluk çocuğu deyip hava atacaklardır. Bir de yaptıklarını haklı çıkaracak ikide bahane oldubitti.

Hayatın her alanına girmiş olan şiddet bizleri pençesine almış durumda. Trafikte, iş yerinde, evde, stada veya mecliste fark etmiyor. Bu nesil için geç kaldık ama bu gün doğan bebekler için artık bir şeyler yapmalıyız. Bu nefret tohumunu onlara en az şekilde aktarmalıyız. Günlük önlem ve tedbirlerle bu sorunu aşamayacağımız ortada. Artık Fair Play içinde yaşamak istiyoruz.

Şiddete maruz kalan genç arkadaşlara bir Galatasaraylı olarak özür dilerim…

5 Aralık 2010 Pazar

FC UNITED of MANCHESTER



Günümüz futbol kulüpleri endüstrileşme sürecinde şirketlere dönüşmeye başladı. Artık sonlarına A.Ş. konan kulüpler mali açıdan büyüdüler. Yayın hakları, maç biletleri, forma, ürün satışları ve benzeri gelirlerin yanında borsa da kâğıtları dönmeye başladı. Artık kapitalist sistem futbolun epey bir içine girmiş durumda.

Bu yeni yapı sayesinde artık spor daha geniş çevrelere yayıldı. Taraftarların kulübün lisanslı ürünlerine ulaşmaları kolaylaştı. Medya da spor konulu yazılar, programlar ve canlı spor karşılaşması yayınları artı. Spor ikonları oluştu ve bu ikonları magazin basınında ya da spor ile alakası olmayan bir ürünün reklam filminde görmeye başlandık. Sinema filmlerinde bile spor konulu olsun olmasın bu ikonları görüyoruz.

Fakat bunun yanında geçmişte bildiğimiz zevk aldığımız birçok şeyde ölmeye başladı. Paranın yer aldığı her yer de olduğu gibi sporda da yozlaşma yaşanmaya başlandı. Detaya girmeyeceğim, bu ranttan kimlerin faydalandığı ve sömürdüğü konusunda. Oyuncular, menajerler, teknik direktörler ve yöneticilere kadar pek çok kişi bu işlere karışıyor.

Bu rantın peşindeki para babaları kulüp yönetimlerini elle geçirmeye başladılar. Artık kulübelerin çoğunun başında sporla alakaları olmayan insanlar oturuyor. Biz ve bize benzer ülkelerde mali konular dışında sportif işlere de karışıp takım içinde karışıklık çıkarıyorlar. Taraftara müşteri gözüyle bakılıp ne satarsak kardır gözü ile bakılmaya başlandı. Şimdi anlatacağımız kulüpte bu gelişmelere karşı çıkan bir grup taraftar tarafından kuruldu ve ilginç bir öyküsü var.

Şu anda Dünya’nın sayılı kulüplerinden olan Manchester United 1878 yıllında bir başka isim altında (Newton Heath) sarı yeşil renklerde kuruldu. Daha sonraları isim ve renk değiştiren takım günümüzdeki halini aldı. Kırmızı şeytanlar denen kulüp tarihinde birçok başarı ve hüznü bir arada yaşadı. 6 Şubat 1958 Berlin yakınlarından takımın bulunduğu uçak düştü. Birçok oyuncu öldü ve sakat kaldı. Küllerinden doğan takım kısa bir süre sonra ulusal ligde ve Avrupa da şampiyonluklara kavuştu.

Seksenli yıllarda büyük sıkıntılar çeken İngiltere federasyonu, 1992 yıllında devrim niteliğinde bir kararla ligi kapattı. Ardından Premier Lig adında yeni bir lig kurdu. Bu yeni ligdeki takımların şirketleşmiş olmaları şartı konuldu ve halka açıldı. İlk başta 22 takımlar başlayan lig daha sonraları 20 takıma indi. Kurulan bu ligin günümüze kadar olan tarihinde en başarılı takımda Kırmızı Şeytanlar oldu.

Şirketleşme ve halka arz beraberinde sermayenin gözünü bu yeni oluşuma dikti. Büyük holdingler ve para babaları bu takımların hissellerini eline geçirmeye çalıştı. Manchester’ı ilk elle geçirme girişimini 1988 yıllında Rupert Murdoch isimli medya devi yaptı. Manchester taraftarları birlik olup bu girişime engel oldular. Fakat 2005 yıllında bir başka iş adamı Malcolm Glazer’ a yenik düştüler.

İşte FC United of Manchester'ın hikâyesi de burada başlıyor. Futbol ile alakası pek olmayan bu iş adamının takımlarına sahip olmasını kabullenemeyen taraftarlar değişik protestolarda bulundular. Bu protestolardan en çarpıcısı yeni bir kulüp kurmaktı. Takımlarının adını oluşturan kelimeleri terse çevirerek 2005 yıllında FC United of Manchester ismini verdiler. Özellikle işçi kökenli taraftarların çoğunlukta olduğu 2000 üye ile kurulan kulüp, İngiltere Northern Premier Lig’in de yarı profesyonel olarak maçlara çıkmaya başladı.

Kulübe üye olmak için her yıl cüzi bir miktar aidat vermek yeterli (Şu an itibariyle 12 sterlin). Her üye kulüp içinde aynı haklara sahip ve yeni eski ayrımı olmadan seçip, seçilebiliyor. Takım formasının üzerine sponsor almıyor. Kırmızı formalarının değerinin hiçbir firma tarafından kirletilmesini istemiyorlar. Sponsorluk konusuna tamamen kapalı değiller ama insanların gözüne firmalarının ismini sokan sponsorlara sıcak değiller.

İngiltere Northern Premier Ligi 3 de sıralamanın altında olsalar da, bu sezon FA Cup’ta bulundukları ligin standardına göre büyük başarılar kazanıyorlar. Şu anda FA Cup üçüncü tur maçlarındalar ve rakipleri Brighton & Hove Albion. Deplasmanda yaptıkları ilk maçta 1-1 berabere kaldılar. Brighton & Hove Albion İngiltere 1. Lig’in de birinci sırada olduğunu göz önüne alacak olursak başarıları daha iyi anlaşılır.

Maçlarını FC Bury’ e ait olan 11,840 kişi kapasiteli Gigg lane Stadyumunda oynamaktadırlar. Fakat kulüp kendilerine ait bir stadyum yapmak için çalışmakta. Manchester United’ın da doğduğu yer olan Newton Heath de 5000 kişilik bir stadyum ve spor kompleksi inşaa etmeyi ve burayı halka açık bir yer haline getirmeyi planlıyorlar.

FC United of Manchester görünüşte bir futbol takımı olsa da altında yatan gönüllü oluşum ve ilginç hikâyesiyle bizlere mesaj vermekte. Bir avuç futbol seyircisinin de bir araya gelerek bir sivil toplum kurumu oluşturabileceği ve futbolun çokta basit ve hafife alınmayacak bir oyun olduğunu gösteriyor. Birçok entelektüelin hor gördüğü bu taraftarlar kulüplerine sahip çıkmakla kalmamışlar, o entelektüellerin laf salatasından öteye gitmeyen antikapitalist söylemlerini eyleme geçirerek iyi de bir ders vermişlerdir.

Yazının sonunda FC United of Manchester’ın beş yıllık kısa bir sürede kazandığı şampiyonluk, kupa ve ödüllerin listesi bulunmaktadır. Manchester United tarihine göre kısa sayılabilecek bu sürede büyük başarılar yakaladığı görülüyor. Umarım yolları açık olur ve bu onurlu davalarında başarıdan başarıya doğru koşarlar. Özellikle bir gün Manchester United karşısına çıkmaları çok ilginç ve duygu dolu olacaktır. Böyle maçı yüreğinde futbol ateşi olan herkes seyretmek isteyecektir.

2009 ~ 2010 Sezonu

Kulüp

Co-operative Excellence 2009 Ödülü

U18 Takım

Manchester Youth Cup: Birincisi

2008 ~ 2009 Sezonu

U18 Takım

North West Youth Alliance Premiership: Birincisi
Manchester Youth Cup: Birincisi
Manchester County FA: Birincisi

2007 ~ 2008 Sezonu

A Takım

The UniBond League, 1st Division North Play-off: Birincisi
The UniBond League President's Cup: Birincisi
The Jimmy Davis Memorial Cup: Birincisi

2006 ~ 2007 Sezonu

Kulüp

BBC North West Sports Awards ~ Newcomer of the Year 2006

A Takım

North West Counties Division One: Şampiyon
North West Counties League Challenge Cup: Birincisi
The Supporters Direct Cup: Birincisi

2005 ~ 2006 Sezonu

Kulüp

Non-League Club of the Year Ödülü

A Takım

North West Counties Division Two: Şampiyon

29 Kasım 2010 Pazartesi

YETERRRR

Galatasarayla ilgili sadece bir kelime yazıyorum... YETERRRR

Haydarpaşa Rant Yangını


Bu güne kadar blog yazılarımı spor konusunda yazıyordum ama bu gün dayanamadım ve Haydarpaşa Garı için iki sözde ben söylemek istedim.

Öncelikle sizin yapacağınız iyileştirme çalışmasını s.... . Bu ülkede iyileştireceğiz diyerek yakılan kaçıncı bina ben hatırlamıyorum. Bir çok yanan hasar gören esere bakın çoğu bakım, restorasyon veya yeni tabirle iyileştirme çalışmalarında hasar görmüş. Camiyi restore ediyoruz demişler badana boyayla tarihi çinileri motifleri kapatmışlar. Bakım yapıyoruz demişler yapının bir yerini yıkmışlar.

Bana kimse bunun kaza olduğunu anlatamaz. Üzerinde bu kadar şaibe olan bir yerin bu şekilde hasar görmesinde kötü niyet yok diyelim, aman insanlar şüpheye düşmesin siz yaktınız demesinler diye oraya itfaiye yığılır. Sırf komplo teorileri yapılmasın bize laf söylenmesin diye.


Ama adamların umurundamı? Umurunda olsa bile kimse hesap sormayacak yansa da, yıkılsa da. Şimdi bur da yazıyoruz çiziyoruz, twit atıyoruz, face de paylaşıyoruz ama yarın herşey unutulacak. Bu insanları durduracak güç yok açıkça. Kime neyi şikayet edeceğiz. Bugün iki işçi gariban bulacaklar bunların yüzünden diyecekler, oldubittiye getirecekler.

Cidden her geçen gün bu ülkede olmaktan sıkılıyorum. Ülkeden değil bu adamlardan sıkılıyorum. Allah hepinizin belasını versin. Yarın da satarsınız Araplara orayı olur biter.

26 Kasım 2010 Cuma

GEORGE BEST 25.11.2005....


Bir gün gecikmeli de olsa ölümünün 5. yılında EN İYİYİ anıyoruz. Maalesef ben ve benim neslim onun oyunculuğuna yetişemedi. Huzur içinde yat.

Maradona GOOD, Pele BETTER, George BEST

Evenences' in My immortal şarkısı eşliğinde güzel bir George Best videosu: http://www.youtube.com/watch?v=nplemK3Y4ns

21 Ekim 2010 Perşembe

Güle Güle Frank RIJKAARD

Bu ismi ilk duyduğumda 9 yaşında olduğumu hatırlıyorum. Çıkartmalarını biriktirdiğim, albüme özenle yapıştırdığım ve aklımın ilk erdiği Euro 88 şampiyonasın da tanıdım bu adamı. O zamanlar kafam bastığınca anlıyordum futboldan. Her futbolcu bir kahramandı. Hile, hurda yapmazlardı. Teknik direktörü gitsin diye maçı sabote etmezlerdi! Belki de gerçekten yapmazlardı o zamanlar. Frank Rijkaard, Almanya da yapılan Euro 88’in şampiyon takımı Hollanda’nın bir parçasıydı.

Sonra biraz daha büyüdük ve Milan’ı tanıdık. 90’ların AC Milan’nı ortalığı kasıp kavuruyordu. O zamanın yetersizliklerinde çakma Milan formaları giyerdi çoğu arkadaşım. Bu takımın da tam merkezindeydi Rijkaard. Sonra izini kaybettik bir süre. Karşımıza Hollanda Milli takımı teknik direktörü olarak çıktı. Ardından bir kayıp dönem ve Barcelona. Hani bazı densizler diyorlar ya başka başarısı yok diye işte orası Barcelonaydı.

Bir gün Rijkaard Galatasaray’ a geliyor diye haberler çıktı. Önceleri inanamadık. Çocukluğumuz bir parçası artık benim ülkemdeydi. Üstüne üstlük benim takımımın başına geçiyordu. Allahım bu ne mutluluktu. Ama içime bir korku düşmüştü de. Bu adamı da biz harcamaz mıyız? Harcarız tabii ki eksik kalır mıyız? Kimleri harcamadık ki. Ve sonunda olan oldu. Kötü yönetim, taraflı medya üzerine çullandıkça çullandı. Futbolcu eskileri başladılar küçümsemeye.

Dün akşam bunlardan ikisi bir televizyon kanalındaydı. Biri futbolculuk kariyeri boyunca attığı taklalarla penaltı yaptırırdı. Diğeri ise Dünya çapında yeteneğini heba edip parasını kumara, at yarışına yatıran günümüzün çok bileni bir yorumcu. Kanıma dokunuyor bu adamların konuşması. Barcelonayı herkes şampiyon yaparmış diyorlar. Artık b… atmanın böyle bir yolunu bulmuşlar. Kendileri hayatların da göremeyecekleri başarılara b… atıp küçümsüyorlar. Neyse derdim değil bu adamlar.

Ben güzel insanlardan bahsetmek istiyorum. Güzel adamdı Rijkaard. Efendiydi, belki de bu yüzden bu hallere geldi. Çünkü bu millet küfürden, dayaktan, kendine hakaret edilmesinden anlar. Efendilik sökmez. Efendi olursan ne şahsiyetin kalır ne de şerefin. Bu güzel insanı da dün itibariyle harcamış bulunuyoruz. Bir Galatasaraylı olarak takımımdan bu kadar nefret etmemiştim. Esasında takımdan değil onu yönetenlerden nefret ediyorum. Son sekiz senedir huzur yüzü görmedik maalesef. Son zamanların sıkıntısı değil bu. Bu konuyu başka bir zaman dile getiririm.

Çocukluk kahramanlarımdan birini takımımda görmek büyük bir şerefti. Her şey için teşekkür ediyorum sana Frank. Sen bize fazla geldin. Biz anlamayız vizyondan, misyondan. Bize deh çüş diyecek adam lazım. Takım olarak ta, Ülke olarak ta hak ettiğimiz gibi yönetileceğiz. Biz annemizin liginde oynamaya ve bir birimizin kuyusunu kazmaya devam edeceğiz. Gün gelip seni anlayacağımızı da ummuyorum.. Biz Mustafa Kemal’i anlayamamışken seni anlamamamız normaldir.

Sevgiyle kal güzel insan….

Not: Takip ettiğim bloklardan Footballove, Rijkaard için bir uğurlama organizasyonu ayarlıyor. Vakti olan her FUTBOL SEVER katılsın.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Maddi Manevi Çöküş…



Fırsat çıktı yine bizim gibi gidişattan memnun olmayan arkadaşlara. Ama bu memnuniyetsizlik sadece futbol veya sporla ilgili değil kanımca. Biz sporu araç olarak kullanıyoruz sadece. Benim düşüncem bir ülkede genel bir sorun varsa bu sanattan spora kadar bir çok alana da yayılıyor. Dün akşama dönecek olursak tarihimizdeki acı yenilgilerden birini aldık.

Açıkçası bu maçı baz almıyorum. Ama son beş yıldır Türk futbolunun geldiği son nokta bakımından önemli bir maç. Son beş yıl da 2008 Avrupa şampiyonasını saymazsak gerek Kulüp takımları gerekse Milli takım olarak düşen bir performansımız var. İki binli yılların başında art arda yakalanan başarılar hepimizin başını döndürmüştü. Türk Futbolu Endüstrileşme yolundaki ilk adımlarını atmış ve Türkiye 1. Futbol ligi, Süper lig olarak ad değiştirmişti. Önüne de çeşitli sponsorların isimleri verilmeye başlanmıştı.

Buraya kadar her şey güzel gözüküyor. Ama sorun galiba bundan sonrasında. Özellikle ülkemizin 80’lerde geçirdiği süreçler yüzünden toplumdaki bir çok değer değişti. Liberal sisteme geçiş yolunda ülkemiz bireyselleşmeye başladı. Bireysellik sadece kendini düşünmeyi ve kısa yoldan paçayı kurtarmayı getirdi. Sonuç olarak ülkemizdeki her alanda olduğu gibi yozlaşma sporada tesir etti. Artık sporcular, sporu kendilerini maddi olarak refaha kazandıracak bir araç olarak görüyorlar. Bu konuda kısmen haklı olsalar da sadece bu mantıkla spora bakılırsa sakat bir düşünce ortaya konulur. Sporu gelir kaynağı görmenin yanına spor yapmaktan zevk almak, hayat biçimi olarak kabul etmek ve topluma örnek olmak gibi özellikleri de koymalıyız. Yoksa paramı aldım arabamı altıma çektim artık kendimi zorlamama gerek yok diyerek 22 yaşından sonra salarsınız kendinizi.

Artık yapılan her başarının altında maddi beklenti aranması bizleri etkiliyor. En son Eylül ayında yapılan Dünya Basketbol Şampiyonasında Milli takım oyuncuların şakayla karışık Maddi Manevi destek istiyoruz sözlerini unutmadık. Yani zaten bu ülkede bu şekilde gelen bir başarıya ödül tabii ki verilecektir. Bunu dillendirip ben bu ülke için şunları yaptım demenin hiç manası yok. İşte futbol takımının buralara gelmesini sağlayan etkenlerden biride bu anlayıştı. Şimdi basketbolun başında aynı bela var. Merak ediyorum seneye düzenlenecek olan Avrupa Basketbol Şampiyonasında ne gibi sonuçlar alınacak.

Genç takımlarda müthiş performans gösteren sporcular bir üst seviyeye çıktıklarında bu performanslarını bir kaç sene sürdürüp sönüyorlar. Takım kadroları devamlı sirkülasyon içinde. Eskiden gözümüz kapalı aynı takımı üç beş değişiklikle her sene sayarken artık aylık olarak değişiyor. Bu istikrarsızlık Milli takımda oynayan oyuncuların kendi takımlarında oynayamaz halle gelmelerine kadar vardı. Yaşanan sakatlıkların sıklaşması da başka bir soru işareti. Ama özelikle uluslararası müsabakalarda Maddi Manevi destek isteyenelerden bizler de dünkü gibi yenilgiler sonrası Maddi Manevi ceza istesek nasıl olur? Eğer herşeyi bu boyuta görülecekse bizlerde kendilerinin karıştığı rezilikler yüzünden Maddi Manevi tazminat isteyebiliriz.

Özellikle Milli takım forması kutsaldır. Bu formayı giymek isteyen bir sürü insan bulunuyor bu ülkede. Kimse kendini tek sanmasın. Birde maç sonunda gelen yenilgiden sonra çıkıpta ben bırakıyorum artık Milli takımı, yoruldum, yaşlandım diyerek duygu sömürüsü yapanlara da ihtiyacımız yok. Bir şeyi bırakacaksanız zirvede bırakmak önemlidir. Gemiyi batarken ilk terk eden kimdir malum…

Ayrıca Sinespor bölümünde tanıtığım Blue Chips filminide bu konu bağlamında izleyebilirsiniz. Sanırsam bu sorun tüm Dünya da az çok yaşanıyor…

12 Ekim 2010 Salı

Taşıma Suyla Değirmen Dönmez


Ülke olarak günlerdir Mesut Özil üstünde bir sürü polemik yapıyoruz. Bir çok insan şoven söylemlerle Mesut’u kınıyor.. DNA’sından başka bir bağı kalmamış bir 3. kuşak gurbetçinin bizi kurtarmak varken başka birilerini kurtarmasını hazmedemiyoruz.

Ben bunu hazıra konmak diye algılıyorum açıkçası. Son yıllarda spor müsabakalarında geride kalmamıza kolay yoldan çözümler arıyoruz. Bunlardan biri başka ülke vatandaşı sporcuları devşirmek ve ülkemiz adına yarıştırmak. Örnek vermek gerekirse Elvan Abeylegesse. Kesinlikle yabancı düşmanlığı ya da şovenizim için söylemiyorum. Milli takımda böyle sporcuları görmek tam tersine hoşuma gidiyor. Afrika kökenli birini Türk Bayrağını dalgalandırması gurur veriyor bana. Fakat Türk sporunu kurtarmak adına sistematik bir şekilde bu uygulamaya gidilmesi ters geliyor.

İkinci örnekte ise Mesut olayında olduğu gibi yıllar önce yabancı ülkelere çalışmak için giden gurbetçilerin çocuklarına yöneliyoruz. Bu yöntemi genelde futbolumuzda görüyoruz. Özellikle Almanya da yaşayan Türk gençlerini kulüp takımları başta olmak üzere Milli takımda oynatmaya çalışıyoruz. Bu girişime yine ayrımcılık yapıp, onlar oranın vatandaşı burada ne işleri var tarzında cümleler kullanmak haddime düşmez. Belli ölçülerde bu kaynakta kullanılır kanımca. Ama kendi alt yapı eksikliklerimizi kapatmak için sistematik olarak bu yönteme başvuruyorsak sonuna kadar karşısında olduğumu belirtiyorum. Yetmiş milyonu aşkın nüfusun içinde maça çıkacak 18 kişi bulamıyorsak düşünmemiz gerekmez mi?

Mesut’ta gelince, doğduğu, büyüdüğü, eğitimini aldığı ve futbolcu yeteneklerini kazandığı yada geliştirdiği Alman topraklarına borcu yok mu hiç? Şu anda yüzlerce Mesut ülkemizin alt yapılarında kötü şartlar altında yok olup gidiyor. Ona en iyi şartları sağlayan ülkeyi, üstüne üstlük sana ihtiyacımız var denirken bırakıp sadece kan bağından dolayı başka bir ülkeyi seçmesi çok mu asilce bir davranış olur. Mesut vicdan olarak doğruyu yapmıştır. Bu seçim bir tek kendini değil tüm gurbetçilere de yardım edecektir.

Düşünün ki Türkiye olarak bir X ülkesi asılı vatandaşımız var. Onun eğitimi, güvenliği ve refahını en iyi derece de sağlıyoruz. Bu şartları elinde bulundurduğundan bir konuda kendini yetiştiriyor ve dünya çapında biri oluyor. Tam bu kişiye ülke olarak faydalanmaya çalışırken X ülkesine gidip oranın yararına çalışıyor. Acaba siz olsanız bundan sonra bu X ülkesi asıllı vatandaşlara hangi gözle bakardınız. Bence çok büyük olaylar olurdu memlekette. İşte Almanların da hissiyatı bu olacaktır. Fakat Mesut’un yaptığı bu iyiliği anlamayanlar Almanya – Türkiye maçında onu ve Alman Milli takımını yuhalayarak göze batmayı başardılar. Artık Almanlar gurbetçilerimize hangi gözle bakıyorlardır Allah bilir.

Konuya dönersek, başlıktaki Atasözünü bir daha hatırlamamız gerekir kanımca. Biz dış kaynaklı sporcu arayışlarımızla değirmene su taşıyoruz. Türk sporunu geliştirecek olan kendi kaynaklarıdır. Dış kaynaklar sadece rötuş olarak kullanılmalıdır. Türkiye de amatör ve profesyonel toplamda 260 bin faal futbolcu bulunduğu söylenmiş Türkiye Futbol Federasyonu tarafından. Almanya da bu rakam 6 Milyon civarlarında olduğunu Alman Futbol Federasyonu resmi sitesinde belirtilmiş. Ülkelerin nüfusları göz önüne alırsak Almanya’nın 82 milyon, Türkiye’nin 72 milyon olduğu görülüyor. Buna göre Türkiye de 276 kişiden 1 kişi futbolcu olurken Almanya da bu rakam 13 kişide 1 olarak gözüküyor. İşte bu rakamlar spor konusunda ülkemizin vahim durumunu gösteriyor. Önceki yazılarımdan birinde “ Türkiye’nin Sporu ” dile getirdiğim gibi ülkemizin şartları maalesef sporcu yetiştirmeye elverişli değil. Spor kültürümüzde pek iyi seviyede olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tüm gerçekleri sayılarda bulabiliriz kanımca. Ülke olarak ne kadar zayıf kaldığımız ortada. Başkalarının kaynağından taşıyacağımız birkaç kova suyla bu değirmeni döndüremeyiz. Bu yöntemle gelecek başarılarla devamlılık sağlayamamayız. Sadece sporda değil her alanda başarı istiyorsak önce eğitim sistemimizi değiştirmemiz gerekir. Çünkü bu sistemle ne futbolcu nede bilim adamı yetişir…

29 Eylül 2010 Çarşamba

Plansızlık (2012 Dünya Salon Atletizm Şampiyonası)


Ülkemiz son 10 yıldır hayallerimizi süsleyen birçok organizasyona imza attı. Bir zamanlar yapılamaz gözüken, bize laik bulunmaz dediğimiz kalburüstü birçok organizasyona ev sahipliği yaptık. Bunların çoğunda da başarılı olduk. Türkiye’nin tanıtımına büyük katkıda bulunduğu kesin bu organizasyonların.

Yakın zamanda gerçekleştirdiğimiz FİBA Dünya Basketbol şampiyonası bunlardan biri. Şimdi aklıma gelenleri saymak gerekirse 1999 Avrupa Yüzme Şampiyonasından başlamak gerekir. Onun arkasından 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası, 2005 UEFA Şampiyonlar Ligi Final maçı, 2009 UEFA Kupası Final maçı, Formula 1 ve Moto GP İstanbul yarışlarını düzenledik.


Çok azımızın haberi olmuştur (benim de bu sabah haberim oldu.) 2012 Dünya Salon Atletizm Şampiyonası ülkemizde gerçekleştirilecek. Atletizm adına gerçekten güzel bir haber olarak gözüküyor. Ülkemizde böyle bir organizasyonun gerçekleşmesi atletizmin ülkemizde gelişmesi adına sevindirici bir haber olarak gözüküyor. Son zamanlarda bayanlarda yakalanan başarıların da verdiği olumlu havayla, bu spora olan ilginin artması kaçınılmaz olur.


Fakat bu sabah okuduğum haberler bende karamsar bir havaya kapılmama sebep oldu. Atletizm Federasyonları Birliği (IAAF) inceleme heyetinden Prof. Dr. Helmut Digel, organizasyona 18 ay kala ortada henüz bir tesisin olmamasının endişe verdiğini belirtmiş. Ayrıca 2007 de bu şampiyonanın Türkiye’ ye verildiğini belirten Digel, 3 yıldır hiçbir hazırlığı yapılmadığını da söylemiş.

İşte burada bir sorun var. Organizasyonları alabilmek büyük başarı, fakat alt yapı eksikliğini tamamlamadan bu tip organizasyonlara aday olmak âdetimiz olmuş. Dünya Basketbol Şampiyonasında buna benzer bir durum olmuştu. Zaten son yaşanan sıkıntıyla Dünya Basketbol Şampiyonası arasında bağlantıda var. İş yerime çok yakın olduğundan Sinan Erdem Spor Salonun son dakikada nasıl şampiyonaya yetiştirildiğine şahit oldum.

Atletizm Federasyonu bu salonu 2012 de kullanmak istemiş fakat günü kurtarmayı sevdiğimizden dolayı Basketbol şampiyonası için alelacele hazırlanınca, Atletizm Şampiyonasına yeterliliği yitirilmiş salonun.

Şimdi 18 ay gibi bir sürede sıfırdan yepyeni bir salon inşa edilmesi gerekiyor. Bunun nasıl yapılacağı nasıl yetişeceği soru işareti. Federasyon başkanı Mehmet Terzi başarısız olduklarını ifade etmiş. Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül de Basketbol Şampiyonasına yetiştirdiğimiz gibi bu organizasyonu da yetiştiririz demiş.

Sorun yetiştirip yetiştirememek değil. Plansızlık! Belki biz çok fazla ilgi göstermiyoruz ama dünya da atletizme ilgi çok büyük. Çıkan şu haberler şu anda birçok kişinin kafasında olumsuz düşünceler yarattı. Bir organizasyona aday olmak her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. A’ dan Z’ ye tüm detayların gözden geçirilmesi ve birçoğunun hazır olması gerekir. Özellikler organizasyonun yapılacağı tesisin hazır olması.

Şu anda tesis yok ortada. 12 ay içinde Sinan Erdem Spor Salonunun yanına bir Salon daha inşa edileceği belirtiliyor. Tabi her zamanki gibi yine plansızlık kendini gösteriyor. On bir yıl önce düzenlenen Avrupa Yüzme Şampiyonası için yapılan tesis yıkılacak yerine yeni salon yapılacakmış. Peki, kim garanti edecek bu kadar maliyet harcanarak yapılacak olan salonun on bir sene sonra başka bir plansızlık yüzünden yıkılmayacağını.

Bu problemleri nedense bizim gibi doğu kültürünün hâkim olduğu ülkelerde yaşanıyor. Son olarak Güney Kore benzer sıkıntıyı Formula 1 Seul Grand Prix’i için yaşıyor. Çin’de de benzer sorunlar Olimpiyatlar öncesi yaşanmıştı. Plansız, geleceği görememek ya da görmek istememek, günü kurtarmak içimize işlemiş. Yapılan yatırımlarda günü kurtarıyor ama ilerisine bir ışık tutmuyor.

Tıpkı şimdi yıkılacak olan yüzme havuzları gibi. On bir sene içinde bu havuzdan bir tane bile uluslar arası sporcu çıkardık mı? Başka bir şampiyona düzenleyebildik mi? Benim bildiğim duyduğum kadarıyla hayır. Maalesef yapılacak olan salonun da kaderinin aynı olacak. Organizasyon bittikten sonra unutulup gidecek. Atletizm adına bir ilerleme olacağını düşünmüyorum. Çünkü kafaca hazır değiliz. Tesisler yetişir bir şekilde. Ama kafalarımız değişmedikçe nice tesisler yaparız ve yıkarız. Üç gün alkışlarız dördüncü gün unuturuz.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

SİNESPOR (BLUE CHİPS)



BLUE CHİPS

Tür: Dram, Spor
Yönetmen:
William Friedkin
Gösterim tarihi: 1993
Senaryo: Ron Shelton
Yapım: 1993, ABD
Oyuncular: Nick Nolte, Mary McDonnell, J.T. Walsh, Shaquille O'Neal, Anfernee 'Penny' Hardaway, Matt Nover, Alfre Woodard

Basketbol Dünya Şampiyonası
başlamasına az bir zaman kalmışken basketbol konulu filmleri tanıtayım istedim. Bu haftaki filmimiz Blue Chips. Sporun ahlaki değerinin düşmesi ve endüstrileşmesini eleştiren film 1993 yapımı.

Blue Chip deyim olarak ABD'deki Üniversite takımlarının lisede başarı kazanmış genç sporculara verdikleri bir isim. Bu oyuncuları kendi takımlarına katmak için bir biriyle yarışmaktadırlar. Detay olarak bu yarışı ve kurallarını henüz hakim değilim ama araştırmalarım devam ediyor.

Filmin konusuna gelirsek Western University Dolphins’in basketbol koçu olan Pete Bell (Nick Nolte) geçmişte büyük başarılar kazanmıştır. Son birkaç sezondur takım kötü sonuçlar almaktadır. Bu durum Pete fazlasıyla üzmektedir. Bunun yanında eski eşi Jenny Bell (Mary McDonnell) ile eski günlerine geri dönmelerini istemektedir. Jenny ve Pete ayrı olmalarına rağmen hala çok yakın dostlardır. Jenny eski eşine koçluk görevinde yardım etmekte ve derslerde zorlanan öğrencilere yol göstermekteydi.

Takımın yenilmesinin en önemli nedenlerinden biri son zamanda diğer
Üniversitelerin illegal olarak yaptığı transferleri Dolphins’in yapmamasıdır. Kolej Basketbolunda liseden gelecek oyunculara herhangi bir maddi desteğin verilmemesi kurallı bulunmaktadır. Oyuncular Üniversiteyi daha iyi eğitim almak için seçmeleri gerekmektedir para için değil. Pete bu oyunun bir ahlakı ve şerefi olduğunu düşünmekte ve kuralı savunmaktadır. Fakat üzerindeki baskılar artmaktadır. Özellikle bir spor simsarı olan Happy ‘nin(J.T. Walsh) onu kışkırtan teklifleriyle baş etmeye çalışmaktadır.

Yeni sezon için oyuncu aramaya başlayan Pete, ülkenin değişik bölgelerindeki lise öğrencilerini incelemeye başlar. İlk bulduğu isim Butch McRae (Anfernee 'Penny' Hardaway) dir. Butch atletik özellikleri olan bir oyuncuydu. Butch’un seçimlerin de annesi Lavada McRae (Alfre Woodard) büyük etkisi vardır. Fakir bir ailenin sorumluluğunu üstlenen Lavada, oğlunun transferi ile fakirlikten kurtulacağını düşünmektedir. İkinci isim ise Ricky Roe (Matt Nover) İndiana da bir çiftçinin oğludur. NBA’in ünlü isimlerinden Larry Bird’ün Pete'e verdiği tavsiye sonucu bulunan Ricky muhafazakâr bir aileye sahiptir. Muhafazakâr aileye ait olsa da kızlara aşırı düşkünlüğü ise onun zayıf tarafıydı. Babası ise eskimiş traktörünü değiştirmek için can atıyordu ve oğlunun gideceği Üniversitede ona sahip olacak dini bütün bir koç aramaktaydı. Son isim 2,20 metreye varan boyuyla Neon (Shaquille O'Neal) da fakir bir semtte yaşamakta ve boyunun uzunluğu sebebiyle askeriyeden atılmıştır. Devasa boyuna rağmen kıvraklığı ve atletik yetenekleri üst seviyededir. Neon’un en önemli eksikliği okul puanlarının Üniversite için yeterli olmayışıydı.


Pete bu yetenekli olduğu kadar sorunlu üç oyuncuyu takımına katmak için elinden geleni kurallar dâhilinde yapmaya çalışmaktadır. Happy yine devreye girecek ve sponsorlardan, reklamdan yani paradan konuşarak Pete’in kafasını karıştıracaktır. Neon’ın okul puanları için Jenny den yardım almaktaydı ve Neon sınavlardan yüksek puanlar almıştı. Butch’un annesi zor da olsa eğitimin önemini göstererek ikna etmeye yaklaşmıştı. Ricky’in babasını da oğluna göz kulak olacağı yönünde sözler vermişti.

Fakat her şey Ricky’in antrenmandan sonra koçun odasına girip bir çanta dolusu nakit para istemesiyle değişir. Pete’in korktuğu olmuştur. Oyuncular illegal yoldan istekleri ağır gelmeye başlamıştır. Acaba Pete spor endüstrisine boyun eğecek ve kuralları çiğneyecek midir? Bir tarafta sporun amatör ruhu, ahlakı dururken diğer tarafta bu yetenekli oyuncularla gelecek başarılar durmaktadır.

Günümüzde çok büyük boyutlara ulaşmış olan spor endüstrisine kendince bir eleştiri getiren film bu konuda az da olsa bir başarı sağlamış diyebiliriz. Özellikle basketbol dünyasının ünlülerinin de rol alması filminin havasını olumlu olarak etkilemiş. Açıkçası Larry Bird ve kariyerinin ilk yıllarında olan Anfernee 'Penny' Hardaway açıkcası oyunculukları vasatın altında. Fakat yine kariyerinin ilk yıllarında seyredeceğimiz Shaquille O'Neal filmdeki oyunculuğu hiçte sırıtmamış. Zaten Shaq bu filmle birlikte birçok filmde oynamıştır. Nick Nolte ise kariyerine yakışır bir performans göstermiş. Aktör şu sıralar kötü günler geçirse de filmin çekildiği senelerde kariyerinin zirvelerindeydi. Mary McDonnell’ı ise son zamanlarda Battlestar Galactica dizisinde başkan Laura Roslin rolünde izledik.

Shaq, Bird ve Penny dışında filmde rol alan ünlü basketbol adamlarına gelince: Bobby Knight, Rick Pitino, Bob Cousy, Jerry Tarkanian, Allan Houston, Dick Vitale veJim Boeheim’i saya biliriz. Ayrıca aksiyon filmlerinden tanıdığımız Subay ve Centilmen filminde aldığı en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü olan Louis Gossett Jr de ufak bir rolle filme katkıda bulunmuştur.

Basketbolu severlerin zevkle seyredebileceği film özellikle benim gibi çocukluğunun son, gençliğinin ilk yılları 90’lara denk gelen kuşak için nostaljik bir anlamı var. O yıllarda gelecek vaat eden Shaq ve Penny Hardaway’i genç halleriyle görmek çok hoş. Orlando Magic takımının iki önemli silahı olan oyuncular 1995 yıllında New York Knicks ile final dahi oynadılar. Shaq’ ı bu sene Boston Celtics takımıyla seyredeceğimizi de unutmayalım.


İyi Seyirler…

19 Temmuz 2010 Pazartesi

SİNESPOR (THE BIG BLUE)


THE BİG BLUE (Derinlik Sarhoşluğu)

Tür: Macera, Drama, Romantik
Yönetmen: Luc Besson
Gösterim Tarihi: 1988
Seneryo: Luc Besson
Yapım: 1988 ABD, İtalyan, Fransa 132 dak.
Oyuncular: Jean-Marc Barr, Jean Reno, Rosanna Arquette, Paul Shenar, Marc Duret

Bu yazıda tanıtacağım The Big Blue (Derinlik Sarhoşluğu) hayatımın filmi diyebilirim. Tam tarihini hatırlamasam da 2000’li yılların başında televizyon da boş boş zaping yaparken tanıştım bu muhteşem filimle. Şansıma ilk dakikalarıydı ve muhteşem deniz manzaraları ile başlıyordu film. Deniz hayranı olarak beni hemen içine çekti ve defalarca bıkmadan seyrettim.

Sinespor da bundan önce basketbol ve futbol konulu filmleri sizlerle paylaşmıştım. Bu sefer serbest dalış sporu üzerine kurgulanmış bir romantik dram filmi tanıtmak istiyorum. 1988 yıllı yapımı olan film ünlü yönetmen Luc Besson imzasını taşıyor. Yönetmen aynı zamanda filmin senaristliğini de üstlenmiş durumda.

Luc Besson küçük yaşlarından beri sualtı dünyasına ilgili idi. Gelecekte deniz biyologu olmak istiyordu. Maalesef dalış yapmasına engel olacak bir kaza geçiren yönetmenin tüm hayalleri yıkıldı. İlerleyen dönemde adım attığı sinema dünyasındaki ilk yıllarında deniz tutkusunu The Big Blue ve Atlantis filmleriyle beyazperdeye taşımıştır.

Filmin konusuna gelirsek Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) bir sünger avcısının oğludur. Amcası ve babasıyla yaşayan Jacques küçük yaşından beri denizle iç içedir. Babasının sünger toplamasına yardım eden Jacques kendiside yaşıtlarına göre çok iyi bir dalıcıdır. Yaşadığı adanın çocukları denizde gördükleri eşyaları alabilmek için onun bu yeteneğini kullanırlar. Jacques'ın bir başka tutkusuda yunuslardır. İçine kapalı bir karaktere sahip olan Jacques yunusları ailesi olarak görmektedir.

Jacques’ın en büyük rakibi bir İtalyan olan Enzo Molinari (Jean Reno)dir. Enzo yaş ve fizik olarak ta diğer çocuklardan büyüktür. Yaşına göre kendine güveni çok kuvvetlidir. Enzo, Jacques’e küçük Fransız olarak hitap ediyor ve kendine rakip görüyordu. Jacques’in bu rekabetin içine girmek gibi bir niyeti yoktur. Onun denize olan tutkusu içten gelen saf duygularladır, kimseye caka satmak için değildir.

Jacques’ın annesi Amerikalıdır ve yıllar önce onları terk edip ülkesine gitmiştir. Annesinin kimliğini merak ederken Jacques büyük bir acıyla sarsılacaktır. Babası bir dalış sırasında kaza sonucu hayatını kaybedecektir. Kazaya Jacques ve amcasının yanı sıra Enzo da bire bir şait olacaktır. Jacques haykırışlarına Enzo da kayıtsız kalamamış ve hüznü beraber yaşamıştır.

Bu olaydan yıllar sonra artık kahramanlarımız büyümüşlerdir. Enzo serbest dalış dünya şampiyonluklarında birincilikler alan biri olmuştur. Boş zamanlarında denizde oluşan kazalara ücret karşılığında yardım ediyordur. Kardeşi de kendisinin menajerliğini yapmaktadır. Bir kazadan kurtardığı dalgıç için yüklü bir çek alan Enzo kardeşine küçük Fransız’ı bulmasını ister. Amacı Dünya şampiyonasında eski dostunun yarışmasını sağlamak ve en büyük rakibini yenmektir.


İkili dünya şampiyonluğu için tutuştukları bu yarış derin dostluk bağının yanında tehlikeli boyutlara ulaşan bir rekabetide beraberinde getirecektir. Bu rekabetin tanığı ise Jacques’ a büyük aşkla bağlanan Johanna’dır. Johanna işi gereği gittiği Güney Amerikada Jacques ile tanışmıştır. Bir proje için burda bulunan Jacques’ a ilk görüşte hayran kalan Johanna (Rosanna Arquette) kendi iş hayatını tehlikeye atma pahasına onun peşinden gider. İki erkeğin rekabetinin ortasında kalan Johanna bu durumla nasıl baş edecektir. Bu iki dalıcının kendi sınırlarını ne kadar aşacaklardır.


Luc Besson senaryoyu yazarken ünlü serbest dalışçı Jacques Mayol dan esinlenmiştir. İsmini filmde kullanmış ve seneryoya katkıda bulunmasını sağlamıştır. Jacques Mayol 1976 yıllında 100 metre derinliği tüpsüz dalan ilk insan olmuştur. Yunuslara düşkünlüğüyle tanınan Mayol "Homo Delphinus. The Dolphin within Man" isimli bir kitabı bulunmaktadır. Yunus adam lakabıyla anılan Mayol 2001 yıllında deniz ve yunuslara kendi hayatına son vererek elveda etmiştir. İlerleyen dönemde kendisiyle ilgili detaylı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Bu arada Jean Reno'nun canlandırdığı Enzo Molinari karakteri gerçek hayatta da Mayol'un rakibi ve dostu ünlü serbest dalışçı Enzo Maiorca dan esinlenilmiştir.

*Jean Marc Barr, Jacques Mayol, Jean Reno film settinden bir hatıra

Film Akdenizin mavi sularını görsel bir şölen içinde sunarken arka fondaki müziklerlede seyredenleri başka bir dünya’ya götürmektedir. Oyunculara gelince, Jean Reno filmde göz dolduran bir performans sergilemiş. Oyunculuk kariyerinin ilk yıllarında çekilen bu film aktör için bir milat oluşturuyor. Bu filmin ardından bir çok Luc Besson filminde kendisini gördük. Aynı durum Jean-Marc Barr için de geçerli. Aktör ülkemizde çok fazla tanınmasada Avrupa sinemsının önemli oyuncularından biri olmuştur. Filmin gösterime girdiği tarihlerde popülerliğinin zirvesinde olan tek isim Rosanna Arquette diyebiliriz. Aktristin de filmografisinde The Big Blue önemli bir yer tutmaktadır.
Kısacası The Big Blue konusu, görseliği ve müzikleriyle seyredenleri etkileyen önemli filmlerden biridir. Filmi sadece seyretmekle kalmayıp DVD’sini de edinmenizi tavsiye ederim.

İyi Seyirler....

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Çocukluk Anılarının Üstündeki AVM

Dün yolum uzun zamandır gitmediğim Kozyatağına düştü. Ortaokul yıllarından yirmili yaşlarımın ortalarına kadar sıklıkla gittiğim bir mahalleydi. Sebebini sorarsanız iki cevabı var derim. Biri en yakın arkadaşlarımdan biri burada oturuyordu. İkincisi ise Bora Sürücü Kursu Eğitim Sahası.
Anadolu yakasının Bostancı, Suadiye, Kozyatağı semtlerine yakın oturan yaşıtlarım burasını neden benim için anlamlı olduğunu hemen anlamışlardır. Onlar içinde anlamı yüksek olduğuna eminim. Benimki gibi onlarında çocukluk hatıralarında bir yeri vardır az çok buranın.

Geçmişe gitmek istiyorum bu arazi parçası ile ilk tanıştığım yıllara. Mustafa Mihriban Boysan Ortaokulunda (şimdi İlköğretim ) öğrenci olduğum zamanlardı. Halı saha kültürü daha yeni yeni ülkemizde yer almaktaydı. Her moda olan şey gibi halı sahalarda arka arkaya açılıyordu. Okulumuza en yakın olan halı sahada tahmin ettiğiniz gibi bu arazinin içinde idi. Sıklıkla maç yapmaya buraya gidiyorduk. Futbol yeteneği biraz zayıf olan ben kaleci olmayı tercih ederek kendimi ilk bu sahada yerden yere atıyordum.
Bu arazi sürücü kursuna ait olup direksiyon eğitimi bu arazinin içindeki yollarda veriliyordu. Çok büyük bir arazi oluşu sebebiyle bolca boş yeşillik alan mevcuttu. Arazinin bir ucunda halı saha bulunurken tam ters uç da ise toprak saha mevcut idi. Bu toprak saha benimde ileride formasını giyeceğim Acarspor’un idman sahasıydı. Sonraları Kozyatağı İdman Yurdu da bu sahayı kullandı. Bu sahaya ait tek katlı bir yapıda yer alıyordu. İlerliyen yıllarda ışıklandırma da eklendi sahaya. Mahallenin tüm gençleri buradan yararlanırdı. Saha dolu ise yandaki çimlerde oyunlarını sürdürürlerdi. Bir süre sonra buradaki muhtemel temeli atılıp vazgeçilmiş bir yapının beton zeminine basketbol sahası da eklendi.
İşte o dönemki gençlerin sokak aralarında top oynamak yerine gidip güvenli bir şekilde oyun bilecekleri bir alandı burası. Bostancıda oturan biri olarak birçok arazinin yapılaşmasına ve oyun alanlarının daraldığına şahit oldum. Ve yolum bu araziye düşmeye başladı. Lise yıllarına kadar seyrek aralıklarla geldiğim bir yerdi. Toprak sahada yaptığım ilk maçta bu gün yürürken de dizimin sızlamasına neden olan sakatlık başıma gelmişti. Normal şartlarda artık çok hissetmediğim sakatlık bu gün gördüklerimle birlikte tozlu raflardan çıktı galiba.
Lise yıllarımda ise sınıf arkadaşım Erdem’in evinin bu arazinin karşısında olması ve onun sayesinde tanıştığım Acarspordaki idmanlarım sayesinde sıklıkla gitmeye başladım. Bir dönem için bir sürü anı barındırdı açıkçası. Hatırlıyorum aynı takımda oynarken Erdemle antrenman dışında gider o şutlarını bende kaleciliğimi geliştirmek için şut çekişirdik. Kulübü bıraktıktan sonra da halı sahaya yoğunlaşmıştık burada. Lise bittikten sonrada bu sahayla ilişkimiz azalmasına rağmen bitmedi birkaç ayda bir halı saha maçları yaptık. Aşağıdaki resimlerde bu yıllardan kalma.







(Bu maçı 22-2 yenmiştik :) )

İşte sonra ne mi oldu Erdem bu mahalleden taşındı ben askere gittim ve her şey değişmeye başladı. Birkaç yıldır süren söylentiler gerçekleşmeye başladı ve bu arazide inşaat başladı. İstanbullun tüm güzel arazilerinin başına geldiği gibi burası da inşaat sektörüne direnemedi. Şimdi altı ya da yedi binadan oluşan bir site yükseldi bu sahada. Halı saha ilk önce gitti(Şimdi manav duruyor halı sahanın yerinde). Toprak saha varlığını sürdürdü. En azından o duruyordu. Çocukluk yıllarımın hatıraları hala ordaydı.

Ama yok imar canavarı boş arazi atıl yer sevmiyor. İstanbullun göbeğinde böyle arazi boş durur mu ne kadar ayıp. Maalesef birkaç sene önce orası da Kozzy Alışveriş merkezi oldu. İşim mi düşmedi yâda yüreğim mi kaldırmadı gitmeyi buraya bilmiyorum bu güne kadar hiç gitmedim buraya.

İşte bu gün çocukluğum ve ilk gençliğim hatıralarıyla dolu yerdeydim. Birden anılar geçti gözümden. Yaş gelmedi değil açıkçası. Rocky 6 da(Rocky Balboa) Slvester Stallone’in bir repliği aklıma geldi hemen. Mahkeme salonundaki sahnesinde şöyle diyordu: “Yaşım ilerledikçe arkamda daha çok şey bırakıyorum.” Evet, bende içimden bu sözleri söyledim. Ne çok şeyi arkamızda bırakıyorum. Ama buradaki esas sorun benim hatıralarım değil o mahalledeki hatta o sitedeki çocukların geleceği. Artık beton yığınları içinde nefes alacakları yerler kalmadı. Topu nu alıp gideceği bir yok artık.

Bora eğitim sahası gibi araziler artık yok denecek kadar az. Belki kaliteli bir tesisi tercih ederim diyeceksiniz ama bence özgürce koşup terleyecekleri bir yeşillik alan en modern tesislere bedel özellikle çocuklar için. Ünlü şair Sunay Akın’ın her konuşmasında belirttiği “Hissi senetler” dir bizi geleceğe taşıyacak olan. İşte geleceğin çocukların hissi senetlerden uzaklaşıp hisse senetlerine doğru gitmelerini gönlüm elvermiyor. Sokağa çıkan çocuk hayatı her yönüyle öğrenir, sosyalleşir, kavga eder ama dostluğu da öğrenir beraber dayak yediği arkadaşıyla. Güvenlik kisvesi altında büyütülen gençler sizce tedirgin ve güvensizlik içinde nasıl yaşayacaklar. Oyun alanları daraltırmış çocuklar nasıl sokaklara inebilecekler. Hayat sokakta öğrenilir, sekiz katlı betonarme binalarda değil.

İşte bu gün dizimin sızlamasının sebebi buydu. İçine girdiğim ve tüylerimin ürperdiği alışveriş merkezinin temellerinde birçok anılarım gömülüydü. Birçok güzel anı vardı bu temellerde. Futbol oynayan birçok gencin terleri bu toprak parçasını ıslatmıştı. Artık hiç biri yok....


İnternetten bulduğum nostaljik fotoğraflar...



9 Temmuz 2010 Cuma

Yok Artık Lebron


En sonunda beklenen oldu ve LeBron James yeni takımını Türkiye saati ile sabah 04:00 de katıldığı canlı yayında açıkladı. LeBron James' in yeni takımı Miami Heat.

Geçtiğimiz gün Dwayne Wade'i takımda tutmayı başaran Heat aynı anda Toronto dan Chris Bosh'u transfer etmişti. LeBron James'in de takıma katılmasıyla kağıt üstünde 2010-2011 sezonunun flaş takımı oldu şimdiden. Fakat benim aklıma bir çok şüphede gelmedi değil. Açıkça böyle takımlar bıçak sırtında oluyorlar. Şampiyonluk için bir araya gelen oyuncular kendi aralarında oluşa bilecek ego savaşları takıma büyük zararlar verebiliyor.

Bu üçlü de istedikleri şampiyonluk yüzüğünü parmaklarına takmak için takım oyunu mu oynayacaklar, yoksa bu takımda en büyük benim diyerek bireysel yeteneklerini mi kullancaklar. Bence burası soru işarati. Takımın esass lideri Wade zaten bir şampiyonluk yüzüğü var. Fakat onun da yanına gelecek olan LeBron (King)'in oluşabilecek bir egosunu sindirebilecekmi bilmiyoruz.


Şu an için herkes mutlu gözüküyor. Kısaca geçmişlerine bakarsak bu oyuncuların bilindik en önemli ortak yanları, gelmiş geçmiş en iyi draflardan biri olan 2003 draflarında seçilmiş olmaları. O seneki draflarda LeBron 1. sıradan Cleveland, Bosh 4. sıradan Toronto ve Wade 5. sıradan Miami tarafından seçilmişlerdi. 2003 draftında 2. sırada Carmelo Anthony Denver, 3. sıradan da Darko Milicic ise Detroıit tarafından seçilmiş olduğunu hatırlatarak ne kadar önemli bir draft olduğunu hatırlatmak isterim.

Bu arada LeBron'unun ESPN deki yayının dan kazanılan gelirlerde bir çocuk formuna verileceği açıklandı. En azından bu sebeple yardıma ihtiyacı olan çocuklara faydalı olacak bu transfer.

LeBron'un açıklamasını izlemek isteyenlere http://espn.go.com/

6 Temmuz 2010 Salı

Abdul Kader Keita Katar Yollarında



Galatasaray Klübünden bu sabaha karşı yapılan açıklamada Abdul Kader Keita'nın € 8.150.000 ya Katar'ın Al Sadd S.C. takımına satıldığı duyruldu. Keita'nın klüpten alacağı olan € 200.000 dan da vazgeçtiği açıklandı. Bu durumda Galatasaray toplamda € 8.350.000ya Keita'yı satmış bulunuyor.

Sanırım Galatasaray yönetimi takımı gençleştirme operasyonu için yaptığı bir hamle bu. Şu ana kadar transfer sesiz kalan Galatasaray, ileriki günlerde taraftarı tatmin edecek ataklar yapacaktır. Yoksa 2010 -2011 sezonu çok terliyecekler.

Güle güle Keita gol sonrası attığın taklalarla hep kalbimizde kalacaksın....

4 Temmuz 2010 Pazar

SİNESPOR (MEAN MACHINE)


Mean Machine (Sıradışı Sanıklar)

Tür: Komedi, Drama, Spor
Yönetmen: Barry Skolnick
Gösterim Tarihi: 2001
Senaryo: Tracy Keenan Wynn ("The Longest Yard" filminin seneristi), Charlie Fletcher
Yapım: 2001, İngiltere, 99 dak.
Futbolun damgasını vurduğu bu günlerde bir başka futbol içerikli filmi tanıtacağım sizlere. Bu sefer yeşil sağlar dört duvar arasına sıkıştırılacak. Film İngiltere deki bir hapishane de mahkûmlarla gardiyanlar arasında oynanacak futbol maçını konu almakta. Komedi unsurlarının bolca kullanıldığı film de drama da az olsa kullanılmış.

Danny Meehan (Vinnie Jones) İngiliz Milli Takımının eski takım kaptanıdır. Bir dönem ülkesinin en önemli futbol yıldızıyken, adı şike skandalına karışır ve kariyeri tepe taklak olur. Futbolu bırakana Danny kendini alkole verir. Filmimizde tam bu noktada başlamaktadır. Danny alkolü olarak arabasını kullanırken peşine takılan polisleri atlatır ve bir bara girer. Barda kaldığı yerden içkiye devam ederken polisler içeri girer. Polislere karşı koyup, saldıran Danny hapishaneyi boylar.

Alkollü araba kullanmak ve polise saldırmaktan 3 yıla mahkûm olan Daany artık dibe vurmuştur. Hapishaneye gelişiyle birlikte apayrı bir dünyaya adım atmış oldu. Milli takımı sattığı için gardiyanından mahkûmuna kadar herkesin nefretine maruz kalmaya başladı. Şaşalı yaşantısını dalgaya alarak şimdi düştüğü duruma gülünüyordu. “Düşenin dostu olmaz” sözü galiba Danny’i anlatıyor.

Hapishane de ilk tanıştığı kişi Başgardiyan Burton (Ralph Brown) oldu. Burton endişeliydi. Hapishane müdürü Danny’nin gardiyan takımının antrenörlüğüne getirilmesini istemiyordu. Danny bu teklifi ret etmesini tehditkâr şekilde söyledi. Açıkça Danny’nin aklında zaten böyle bir fikir yoktu.
Kendisine verilen yerleri temizleme işinde tanıştığı Doc (David Kelly) onun tek dostu oldu. Hapishaneyi tanıtan Doc , Danny’i Caharlie Sykes’ la (John Forgeham) tanıştırdı. Caharlie Danny’den en başta nefret edenlerdendi. Şike yaptığı maçta çok büyük paralar kaybetmişti. Ardından Massive (Vas Blackwood) ile tanışır. Bu çılgın adam Danny’in güvenebileceği ikinci kişi oluyor. Ve beklenen oluyor Müdür (David Hemmings) Danny’i yanına çağırır ve takımın başına geçme teklifinde bulunur. Teklifi ret edince de işler sarpa sarar. Hücreye tıkılan Danny tamamen dibe vurmuşken Massive’in bir fikri cazip gelir.

Mahkûmlarla Gardiyanlar arasında maç yapılacaktır böylece hem Gardiyanlar hazırlık maçı yapacak hemde mahkûmlar maçın havasında dolayı daha fazla kontrol altında tutulacaktır. Müdür ve Burton bu fikre olumlu bakarlar.

Takım seçimleri başlamıştır. Seçimler sırasında bir pozisyon dışında sorun yoktur. Kaleci bulmakta sıkıntı çekiliyordur. Tek bir aday vardır esas. Hapishanenin en tehlikeli mahkûmu, efsaneye göre elleriyle 23 kişiyi öldürmüş olan psikopat Monk (Jason Statham) gençliğinin ilk yıllarında kalecilik yaptığı biliniyordu. Tüm mahkûmlardan ayrı bir yerde tutulan bu psikopata nasıl kaleye geçmesi teklif edilecektir. İlk başta teklifi kabul etmeyen Monk, gardiyanlarla oynayacakları söylenince fikri değişir ve takımdaki yerini alır.

Danny’ takımını maça hazırlarken mahkûmlarla arasındaki buzları da eritmeye başlamıştır. Bakalım bu toplama takım yarı profesyonel gardiyanlara karşı başarılı olacak mı? Danny eski alışkanlıklarına geri mi dönecek, takımına yeniden ihanet edecek mi?

Oyunculara dönersek Danny Meehan karakterini oynayan Vinnie Jones yeşil sahalardan beyaz perdeye geçen biri olarak rolüne çokta yabancı değil. Futbolcululuk kariyerinde dişli bir defans oyuncusu olan Vinnie Jones, kasap tabir ettiğimiz futbolcuların en başında geliyordu. Sert futboluyla ünlenen futbolcu kendisi gibi sert futbolunu bırakıp beyazperde de şans arayan Eric Cantona’nın izinden giderek sinema kariyerine adım attı. Cantona dan daha başarılı filmlere adını yazdığını da belirtmek gerekir. Daha çok serseri, psikopat karakterlere hayat veren oyuncu, bu filmde de ortalama performansı ile filmi sürüklemeyi başarıyor.

Filmin bir diğer bilindik oyuncusu Transporter filmleriyle yıldızı parlayan ünlü oyuncu Jason Statham. Filmin çekildiği yıllarda daha çok yardımcı oyuncu olarak kaliteli filmlerde yer alan Statham daha sonraları özellikle aksiyon filmlerinin aranan yıldızlarından biri oldu. Canlandırdığı psikopat katil Monk ile üstün bir performans gösteren oyuncu, gerçek hayatta da İngiliz Milli Dalış takımda yarışmış bir sporcuydu.

Filmin geri kalan oyuncuları ise İngiliz sinemasının kalburüstü oyuncularından oluşuyor. Şahsen İngiliz filmlerine olan sempatim ve İngiliz asıllı oyuncuların performansına bayılan biri olarak bu filmden de epey bir zevk aldım.

Filmin önemli bir detayına gelince, konusunu 1974 ABD yapımı olan ve başrollünü Burt Reynplds’un oynadığı The Longest Yard filminden almış olduğunu belirtelim. Orijinal filmde Amerikan Futbolu yerine bu filmde Futbol oynanıyor. Avrupa versiyonuna da Futbol yakışırdı zaten. The Longest Yard filminin Adam Sandler’ın başrolünde oynadığı 2005 verisyonu da bulunmaktadır. (Adam Sandler dan nefret eden biri olarak gıcıklığına bu filmi seyretmedim.)

Benim filmle ilgili düşüncem olumlu oldu. Evimdeki DVD koleksiyonum için de yer alan filmi defalarca seyrettim. Konunu ve oyuncu performansının beni tatmin ettiği filmi sizlere şiddetle tavsiye ederim.

İyi Seyirler...

Detaylı bilgi: http://www.imdb.com/title/tt0291341/

2 Temmuz 2010 Cuma

Tour de France 2010



2010 Fransa Bisiklet Turu 3 Temmuz 2010 cumartesi günü başlıyor. 2009 yılının şampiyonu Alberto Contador ve Bisikletin efsane ismi Lance Armstrong turun en büyük iki favorisi. Eurosport da bu iki şampiyon için güzel bir teaser yayınlamış.

1 Temmuz 2010 Perşembe

LIVESTRONG

Hayat ve Spor’un kesiştiği birçok nokta olduğuna inanıyorum. Her ikisinde de sevinç ve hüzün bir aradadır. Bir taraf kazanır diğer taraf kaybeder. Hayat yarışında da durum aynıdır sadece acılar daha derin ve kalıcıdır. Hayat ikinci şansı az tanır insanlara. Bazı insanlar hem spor da hem de hayat yarışında var olmak için mücadele etmektedirler.

Lance Armstrong da bu isimlerin belkide dünya çapında en bilineni. Malumunuz kendisi Dünyanın en zorlu bisiklet yarışlarından Fransa Bisiklet Turunu üst üste 7 kez kazandı. Ama onu farklı kılan bu başarıların öncesinde hayat yarışındaki başarısı olmuştu.

Lance 1971 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaletinde doğdu. Profesyonel kariyerine triatlet olarak başladı. 16 yaşında Dallas da ki bir araştırma merkezinden aldığı davet ile ne kadar oksijen alıp kullanabileceğinizi belirleyen VO2 testinden geçti. Sonuçlar o güne kadar ölçülenlerin en iyisi çıkmıştı. Laktik asit üretme oranı ise normal bir insana göre kat ve kat düşüktü. Laktik asit vücut tarafından kasların çalışması sırasında ürettiği ve yorgunlukla birlikte kaslarda ve akciğerde yanma hissi yaratan kimyasal maddedir. Lance düşük Laktik asit üretmesi daha fazla dayanıklı olduğu ve daha geç yorulduğunu gösterir. Karşımızda dayanıklılık konusunda üstün bir atlet durmaktadır.

Triatlon sporu için biçilmiş kaftandı Lance. Gelecek vadeden gençlerden bir olarak görülüyordu. Lance’in en büyük destekçisi annesi idi. Onun sıra dışı biri olduğunu annesi keşfetmiş ve spora yönlendirmişti. (Ülkemizde kaç anne böyle bir öngörüye sahip olabilir. ÖSS, SBS varken özellikle.) İlerleyen zamanlarda Triatlon da en başarılı olduğu dal olan bisiklete ağırlık verdi ve değişik yol yarışlarına katıldı. 1992 Barcelona Olimpiyatlarında Amerika adına yarıştı ve 14. Sırada bitirdi yarışı.

Sonra Profesyonel bisiklet kariyeri başladı ve ilk yarış birinciliğini San Sebastian Klasik yarışında kazandı. Sonrası gelmeye başladı. Artık bisiklet dünyasının gelecek vadeden bir yıldızıydı. 1993-1996 Team Motorala ile yarışlara girdi. 1996 da Tour de Pony’u kazandı. Ardından katıldığı ve daha sonraları tekeli altına alacağı Fransa Turu’nu ise bitirememişti.

İşte bu muhteşem yaşam 2 Ekim 1996 günü bir daha eskisi olmayacak şekilde değişti. Bir süredir hissettiği rahatsızlıklar üzerine gittiği doktordan Testis Kanseri olduğunu öğrendiği gündü o gün. Artık Bisiklet üzerinde değil hayatı üzerinde yarışacaktı. Henüz 25 yaşındaydı ve yaşayacağı koca bir yaşam vardı. Ama ona diğer insanlardan daha fazla güç veren vücudu şimdi onu sonsuzluğa gideceği yola götürüyordu. Lance artık var olma yarışında idi. Tabi yanında yine en büyük yardımcısı annesi vardı.

Kanser çok geçmeden vücudunda yayılmış ve beynine sıçramıştı. Yaşam şansı yarı yarıya dan azdı. Bir dizi akciğer ve testis ameliyatları oldu. Beynindeki kanserli hücreleri temizlemek içinde ağır bir ameliyat daha geçirdi. Temizlenen dokular hemen patologa gönderildi ve dokuları incelendi. Dokular tehlikesiz çıkmıştı. Altı saatin sonunda başarılı bir şekilde bitmişti ameliyatı. Kitabında şunu diyor Lance “Uyandım... Yavaş Yavaş... Her Şey Çok Parlaktı... Ve Birisi Benimle Konuşuyordu. Hayattaydım!”

Ama her şey bitmemişti. İlaç tedavisi devam ediyordu. Kemoterapinin ağır etkilerini çok fazla hissediyordu. Kasları erimeye başlamıştı. Süper atletten geri pek bir şey kalmamıştı. Bir gün kollarımda lekeler gördüm diyor Lance. Bunlar verilen ilacın yaktığı dokuların eseriydi. Kendisini hor gördüğünü söylüyor. Dünyanın en zorlu sporlarından birini yapan birinin şimdi yürümeye takati kalmamıştı.

13 Aralık 1996 günü son ilaç tedavisi kürü tamamlanmış oldu. Tedavinin sonucunu bekleme zamanı gelmişti. Testler yapılacak ve yarışın sonucu belli olacaktı. Sonuç geldi, Lance sağlıklı idi. Yarışı kazandı gibi gözüküyordu. Ama şöyle bir gerçek vardı. 12 ay boyunca beklemesi ve hastalığın nüksetmemesi gerekiyordu.

Artık Lance farklı biriydi. Öncesinde hırçın, asi bir kişiliği vardı. Artık daha sakin ve serinkanlı biri olmuştu. Bencil biri değildi kendi gibi bu hastalığa yakalanan insanlara yardım etmek istiyordu. Ve hemen bir vakıf kurdu bu konuyla ilgili (Lance Armstrong Vakfı). Çalışmaları sırasında kısa bir süre sonra eşi olacak Kristin Richard ile tanıştı. Kısaca KİK dediği eşi ile 3 çocukları oldu. Evlilikleri 2004 yılına kadar sürdü.
Hayat yarışını kazanan Lance şimdi kaldığı yerden spora geri dönüş yaptı. Hayata kalması şüpheli biri şimdi dünyanın en büyük spor organizasyonu olan Fransa Turunda yarışmayı düşünüyordu. US Postal takımında antrenmanlara başladı. Ve 1999 yılı geldi çattı. Fransa Turuna fırtına gibi girdi ve katılması, etap kazanması veya bitirmesi bile düşünülmeyen biri turu kazanmıştı ve bu son olmayacaktı. 1999-2005 arasında hiç ara vermeden dünyanın en büyük bisiklet turunu 7 kere kazanmayı başardı. Artık dünyanın sayılı sporcularından biri olmuştu. Ayrıca kırılması zor olan rekorlar kırmıştı.

Lance’i tanımamızı sağlayanlar bir diğer obje de LIVESTRONG bileklikleriydi. Sarı renkli bu bileklikler birçok kişinin bileğinde moda oldu. Nike tarafından üretilen bu bileklikleri satın alanlar kanser hastalarına hem maddi bir katkı sağladılar hem de manevi destek oldular.

2005 senesinde spor hayatının bitirdiğini ve emekliliğe ayrıldığını açıkladığında büyük ihtimal rakipleri derin bir nefes almıştır. Fakat emeklilik uzun sürmedi ve 2008 de geri döneceğini açıkladı. 2009 Fransa Turuna katılan Lance, turu 3. Olarak bitirmeyi başardı. 3 Temmuz günü başlayacak olan 2010 Fransa bisiklet turu kendisinin açıklamasına göre son yarışı olacakmış. Bakalım bu sene 8. Şampiyonluğuna ulaşabilecek mi? Ben bu sene yarışı kazanacağını ve tarihe bir kez daha geçeceğine inanıyorum.


Yaşam öyküsünü yazdığı ve benimde yıllar önce okuduğum (Yazıyı yazarken tekrar gözden geçirdim kaynakça için) "Yaşama Çevrilen Pedal" adında bir kitabı bulunmaktadır. Bu dev yürekli insan hayat yarışından nasıl kopmamız gerektiğini gösteriyor bizlere. Tüm zorluklara rağmen, sıfır noktasına insek bile son nefesimize kadar mücadele etmemizi öğütlüyor. Kitabının son bölümünün başında yazdığı paragrafla yazımı sonlandıracağım. Bence bu paragraf birçok şeyi açıklıyor bize.

Sanırım eninde sonunda kanserden öleceğim. Kaç kere Check-Up’tan geçersem geçeyim, doktorlar bana ne söylerse söylesin bu düşünce her zaman aklımın bir köşesinde durur: Daha önce bir kere kansere yakalandım. Ama hala buradayım işte...