19 Temmuz 2010 Pazartesi

SİNESPOR (THE BIG BLUE)


THE BİG BLUE (Derinlik Sarhoşluğu)

Tür: Macera, Drama, Romantik
Yönetmen: Luc Besson
Gösterim Tarihi: 1988
Seneryo: Luc Besson
Yapım: 1988 ABD, İtalyan, Fransa 132 dak.
Oyuncular: Jean-Marc Barr, Jean Reno, Rosanna Arquette, Paul Shenar, Marc Duret

Bu yazıda tanıtacağım The Big Blue (Derinlik Sarhoşluğu) hayatımın filmi diyebilirim. Tam tarihini hatırlamasam da 2000’li yılların başında televizyon da boş boş zaping yaparken tanıştım bu muhteşem filimle. Şansıma ilk dakikalarıydı ve muhteşem deniz manzaraları ile başlıyordu film. Deniz hayranı olarak beni hemen içine çekti ve defalarca bıkmadan seyrettim.

Sinespor da bundan önce basketbol ve futbol konulu filmleri sizlerle paylaşmıştım. Bu sefer serbest dalış sporu üzerine kurgulanmış bir romantik dram filmi tanıtmak istiyorum. 1988 yıllı yapımı olan film ünlü yönetmen Luc Besson imzasını taşıyor. Yönetmen aynı zamanda filmin senaristliğini de üstlenmiş durumda.

Luc Besson küçük yaşlarından beri sualtı dünyasına ilgili idi. Gelecekte deniz biyologu olmak istiyordu. Maalesef dalış yapmasına engel olacak bir kaza geçiren yönetmenin tüm hayalleri yıkıldı. İlerleyen dönemde adım attığı sinema dünyasındaki ilk yıllarında deniz tutkusunu The Big Blue ve Atlantis filmleriyle beyazperdeye taşımıştır.

Filmin konusuna gelirsek Jacques Mayol (Jean-Marc Barr) bir sünger avcısının oğludur. Amcası ve babasıyla yaşayan Jacques küçük yaşından beri denizle iç içedir. Babasının sünger toplamasına yardım eden Jacques kendiside yaşıtlarına göre çok iyi bir dalıcıdır. Yaşadığı adanın çocukları denizde gördükleri eşyaları alabilmek için onun bu yeteneğini kullanırlar. Jacques'ın bir başka tutkusuda yunuslardır. İçine kapalı bir karaktere sahip olan Jacques yunusları ailesi olarak görmektedir.

Jacques’ın en büyük rakibi bir İtalyan olan Enzo Molinari (Jean Reno)dir. Enzo yaş ve fizik olarak ta diğer çocuklardan büyüktür. Yaşına göre kendine güveni çok kuvvetlidir. Enzo, Jacques’e küçük Fransız olarak hitap ediyor ve kendine rakip görüyordu. Jacques’in bu rekabetin içine girmek gibi bir niyeti yoktur. Onun denize olan tutkusu içten gelen saf duygularladır, kimseye caka satmak için değildir.

Jacques’ın annesi Amerikalıdır ve yıllar önce onları terk edip ülkesine gitmiştir. Annesinin kimliğini merak ederken Jacques büyük bir acıyla sarsılacaktır. Babası bir dalış sırasında kaza sonucu hayatını kaybedecektir. Kazaya Jacques ve amcasının yanı sıra Enzo da bire bir şait olacaktır. Jacques haykırışlarına Enzo da kayıtsız kalamamış ve hüznü beraber yaşamıştır.

Bu olaydan yıllar sonra artık kahramanlarımız büyümüşlerdir. Enzo serbest dalış dünya şampiyonluklarında birincilikler alan biri olmuştur. Boş zamanlarında denizde oluşan kazalara ücret karşılığında yardım ediyordur. Kardeşi de kendisinin menajerliğini yapmaktadır. Bir kazadan kurtardığı dalgıç için yüklü bir çek alan Enzo kardeşine küçük Fransız’ı bulmasını ister. Amacı Dünya şampiyonasında eski dostunun yarışmasını sağlamak ve en büyük rakibini yenmektir.


İkili dünya şampiyonluğu için tutuştukları bu yarış derin dostluk bağının yanında tehlikeli boyutlara ulaşan bir rekabetide beraberinde getirecektir. Bu rekabetin tanığı ise Jacques’ a büyük aşkla bağlanan Johanna’dır. Johanna işi gereği gittiği Güney Amerikada Jacques ile tanışmıştır. Bir proje için burda bulunan Jacques’ a ilk görüşte hayran kalan Johanna (Rosanna Arquette) kendi iş hayatını tehlikeye atma pahasına onun peşinden gider. İki erkeğin rekabetinin ortasında kalan Johanna bu durumla nasıl baş edecektir. Bu iki dalıcının kendi sınırlarını ne kadar aşacaklardır.


Luc Besson senaryoyu yazarken ünlü serbest dalışçı Jacques Mayol dan esinlenmiştir. İsmini filmde kullanmış ve seneryoya katkıda bulunmasını sağlamıştır. Jacques Mayol 1976 yıllında 100 metre derinliği tüpsüz dalan ilk insan olmuştur. Yunuslara düşkünlüğüyle tanınan Mayol "Homo Delphinus. The Dolphin within Man" isimli bir kitabı bulunmaktadır. Yunus adam lakabıyla anılan Mayol 2001 yıllında deniz ve yunuslara kendi hayatına son vererek elveda etmiştir. İlerleyen dönemde kendisiyle ilgili detaylı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Bu arada Jean Reno'nun canlandırdığı Enzo Molinari karakteri gerçek hayatta da Mayol'un rakibi ve dostu ünlü serbest dalışçı Enzo Maiorca dan esinlenilmiştir.

*Jean Marc Barr, Jacques Mayol, Jean Reno film settinden bir hatıra

Film Akdenizin mavi sularını görsel bir şölen içinde sunarken arka fondaki müziklerlede seyredenleri başka bir dünya’ya götürmektedir. Oyunculara gelince, Jean Reno filmde göz dolduran bir performans sergilemiş. Oyunculuk kariyerinin ilk yıllarında çekilen bu film aktör için bir milat oluşturuyor. Bu filmin ardından bir çok Luc Besson filminde kendisini gördük. Aynı durum Jean-Marc Barr için de geçerli. Aktör ülkemizde çok fazla tanınmasada Avrupa sinemsının önemli oyuncularından biri olmuştur. Filmin gösterime girdiği tarihlerde popülerliğinin zirvesinde olan tek isim Rosanna Arquette diyebiliriz. Aktristin de filmografisinde The Big Blue önemli bir yer tutmaktadır.
Kısacası The Big Blue konusu, görseliği ve müzikleriyle seyredenleri etkileyen önemli filmlerden biridir. Filmi sadece seyretmekle kalmayıp DVD’sini de edinmenizi tavsiye ederim.

İyi Seyirler....

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Çocukluk Anılarının Üstündeki AVM

Dün yolum uzun zamandır gitmediğim Kozyatağına düştü. Ortaokul yıllarından yirmili yaşlarımın ortalarına kadar sıklıkla gittiğim bir mahalleydi. Sebebini sorarsanız iki cevabı var derim. Biri en yakın arkadaşlarımdan biri burada oturuyordu. İkincisi ise Bora Sürücü Kursu Eğitim Sahası.
Anadolu yakasının Bostancı, Suadiye, Kozyatağı semtlerine yakın oturan yaşıtlarım burasını neden benim için anlamlı olduğunu hemen anlamışlardır. Onlar içinde anlamı yüksek olduğuna eminim. Benimki gibi onlarında çocukluk hatıralarında bir yeri vardır az çok buranın.

Geçmişe gitmek istiyorum bu arazi parçası ile ilk tanıştığım yıllara. Mustafa Mihriban Boysan Ortaokulunda (şimdi İlköğretim ) öğrenci olduğum zamanlardı. Halı saha kültürü daha yeni yeni ülkemizde yer almaktaydı. Her moda olan şey gibi halı sahalarda arka arkaya açılıyordu. Okulumuza en yakın olan halı sahada tahmin ettiğiniz gibi bu arazinin içinde idi. Sıklıkla maç yapmaya buraya gidiyorduk. Futbol yeteneği biraz zayıf olan ben kaleci olmayı tercih ederek kendimi ilk bu sahada yerden yere atıyordum.
Bu arazi sürücü kursuna ait olup direksiyon eğitimi bu arazinin içindeki yollarda veriliyordu. Çok büyük bir arazi oluşu sebebiyle bolca boş yeşillik alan mevcuttu. Arazinin bir ucunda halı saha bulunurken tam ters uç da ise toprak saha mevcut idi. Bu toprak saha benimde ileride formasını giyeceğim Acarspor’un idman sahasıydı. Sonraları Kozyatağı İdman Yurdu da bu sahayı kullandı. Bu sahaya ait tek katlı bir yapıda yer alıyordu. İlerliyen yıllarda ışıklandırma da eklendi sahaya. Mahallenin tüm gençleri buradan yararlanırdı. Saha dolu ise yandaki çimlerde oyunlarını sürdürürlerdi. Bir süre sonra buradaki muhtemel temeli atılıp vazgeçilmiş bir yapının beton zeminine basketbol sahası da eklendi.
İşte o dönemki gençlerin sokak aralarında top oynamak yerine gidip güvenli bir şekilde oyun bilecekleri bir alandı burası. Bostancıda oturan biri olarak birçok arazinin yapılaşmasına ve oyun alanlarının daraldığına şahit oldum. Ve yolum bu araziye düşmeye başladı. Lise yıllarına kadar seyrek aralıklarla geldiğim bir yerdi. Toprak sahada yaptığım ilk maçta bu gün yürürken de dizimin sızlamasına neden olan sakatlık başıma gelmişti. Normal şartlarda artık çok hissetmediğim sakatlık bu gün gördüklerimle birlikte tozlu raflardan çıktı galiba.
Lise yıllarımda ise sınıf arkadaşım Erdem’in evinin bu arazinin karşısında olması ve onun sayesinde tanıştığım Acarspordaki idmanlarım sayesinde sıklıkla gitmeye başladım. Bir dönem için bir sürü anı barındırdı açıkçası. Hatırlıyorum aynı takımda oynarken Erdemle antrenman dışında gider o şutlarını bende kaleciliğimi geliştirmek için şut çekişirdik. Kulübü bıraktıktan sonra da halı sahaya yoğunlaşmıştık burada. Lise bittikten sonrada bu sahayla ilişkimiz azalmasına rağmen bitmedi birkaç ayda bir halı saha maçları yaptık. Aşağıdaki resimlerde bu yıllardan kalma.







(Bu maçı 22-2 yenmiştik :) )

İşte sonra ne mi oldu Erdem bu mahalleden taşındı ben askere gittim ve her şey değişmeye başladı. Birkaç yıldır süren söylentiler gerçekleşmeye başladı ve bu arazide inşaat başladı. İstanbullun tüm güzel arazilerinin başına geldiği gibi burası da inşaat sektörüne direnemedi. Şimdi altı ya da yedi binadan oluşan bir site yükseldi bu sahada. Halı saha ilk önce gitti(Şimdi manav duruyor halı sahanın yerinde). Toprak saha varlığını sürdürdü. En azından o duruyordu. Çocukluk yıllarımın hatıraları hala ordaydı.

Ama yok imar canavarı boş arazi atıl yer sevmiyor. İstanbullun göbeğinde böyle arazi boş durur mu ne kadar ayıp. Maalesef birkaç sene önce orası da Kozzy Alışveriş merkezi oldu. İşim mi düşmedi yâda yüreğim mi kaldırmadı gitmeyi buraya bilmiyorum bu güne kadar hiç gitmedim buraya.

İşte bu gün çocukluğum ve ilk gençliğim hatıralarıyla dolu yerdeydim. Birden anılar geçti gözümden. Yaş gelmedi değil açıkçası. Rocky 6 da(Rocky Balboa) Slvester Stallone’in bir repliği aklıma geldi hemen. Mahkeme salonundaki sahnesinde şöyle diyordu: “Yaşım ilerledikçe arkamda daha çok şey bırakıyorum.” Evet, bende içimden bu sözleri söyledim. Ne çok şeyi arkamızda bırakıyorum. Ama buradaki esas sorun benim hatıralarım değil o mahalledeki hatta o sitedeki çocukların geleceği. Artık beton yığınları içinde nefes alacakları yerler kalmadı. Topu nu alıp gideceği bir yok artık.

Bora eğitim sahası gibi araziler artık yok denecek kadar az. Belki kaliteli bir tesisi tercih ederim diyeceksiniz ama bence özgürce koşup terleyecekleri bir yeşillik alan en modern tesislere bedel özellikle çocuklar için. Ünlü şair Sunay Akın’ın her konuşmasında belirttiği “Hissi senetler” dir bizi geleceğe taşıyacak olan. İşte geleceğin çocukların hissi senetlerden uzaklaşıp hisse senetlerine doğru gitmelerini gönlüm elvermiyor. Sokağa çıkan çocuk hayatı her yönüyle öğrenir, sosyalleşir, kavga eder ama dostluğu da öğrenir beraber dayak yediği arkadaşıyla. Güvenlik kisvesi altında büyütülen gençler sizce tedirgin ve güvensizlik içinde nasıl yaşayacaklar. Oyun alanları daraltırmış çocuklar nasıl sokaklara inebilecekler. Hayat sokakta öğrenilir, sekiz katlı betonarme binalarda değil.

İşte bu gün dizimin sızlamasının sebebi buydu. İçine girdiğim ve tüylerimin ürperdiği alışveriş merkezinin temellerinde birçok anılarım gömülüydü. Birçok güzel anı vardı bu temellerde. Futbol oynayan birçok gencin terleri bu toprak parçasını ıslatmıştı. Artık hiç biri yok....


İnternetten bulduğum nostaljik fotoğraflar...



9 Temmuz 2010 Cuma

Yok Artık Lebron


En sonunda beklenen oldu ve LeBron James yeni takımını Türkiye saati ile sabah 04:00 de katıldığı canlı yayında açıkladı. LeBron James' in yeni takımı Miami Heat.

Geçtiğimiz gün Dwayne Wade'i takımda tutmayı başaran Heat aynı anda Toronto dan Chris Bosh'u transfer etmişti. LeBron James'in de takıma katılmasıyla kağıt üstünde 2010-2011 sezonunun flaş takımı oldu şimdiden. Fakat benim aklıma bir çok şüphede gelmedi değil. Açıkça böyle takımlar bıçak sırtında oluyorlar. Şampiyonluk için bir araya gelen oyuncular kendi aralarında oluşa bilecek ego savaşları takıma büyük zararlar verebiliyor.

Bu üçlü de istedikleri şampiyonluk yüzüğünü parmaklarına takmak için takım oyunu mu oynayacaklar, yoksa bu takımda en büyük benim diyerek bireysel yeteneklerini mi kullancaklar. Bence burası soru işarati. Takımın esass lideri Wade zaten bir şampiyonluk yüzüğü var. Fakat onun da yanına gelecek olan LeBron (King)'in oluşabilecek bir egosunu sindirebilecekmi bilmiyoruz.


Şu an için herkes mutlu gözüküyor. Kısaca geçmişlerine bakarsak bu oyuncuların bilindik en önemli ortak yanları, gelmiş geçmiş en iyi draflardan biri olan 2003 draflarında seçilmiş olmaları. O seneki draflarda LeBron 1. sıradan Cleveland, Bosh 4. sıradan Toronto ve Wade 5. sıradan Miami tarafından seçilmişlerdi. 2003 draftında 2. sırada Carmelo Anthony Denver, 3. sıradan da Darko Milicic ise Detroıit tarafından seçilmiş olduğunu hatırlatarak ne kadar önemli bir draft olduğunu hatırlatmak isterim.

Bu arada LeBron'unun ESPN deki yayının dan kazanılan gelirlerde bir çocuk formuna verileceği açıklandı. En azından bu sebeple yardıma ihtiyacı olan çocuklara faydalı olacak bu transfer.

LeBron'un açıklamasını izlemek isteyenlere http://espn.go.com/

6 Temmuz 2010 Salı

Abdul Kader Keita Katar Yollarında



Galatasaray Klübünden bu sabaha karşı yapılan açıklamada Abdul Kader Keita'nın € 8.150.000 ya Katar'ın Al Sadd S.C. takımına satıldığı duyruldu. Keita'nın klüpten alacağı olan € 200.000 dan da vazgeçtiği açıklandı. Bu durumda Galatasaray toplamda € 8.350.000ya Keita'yı satmış bulunuyor.

Sanırım Galatasaray yönetimi takımı gençleştirme operasyonu için yaptığı bir hamle bu. Şu ana kadar transfer sesiz kalan Galatasaray, ileriki günlerde taraftarı tatmin edecek ataklar yapacaktır. Yoksa 2010 -2011 sezonu çok terliyecekler.

Güle güle Keita gol sonrası attığın taklalarla hep kalbimizde kalacaksın....

4 Temmuz 2010 Pazar

SİNESPOR (MEAN MACHINE)


Mean Machine (Sıradışı Sanıklar)

Tür: Komedi, Drama, Spor
Yönetmen: Barry Skolnick
Gösterim Tarihi: 2001
Senaryo: Tracy Keenan Wynn ("The Longest Yard" filminin seneristi), Charlie Fletcher
Yapım: 2001, İngiltere, 99 dak.
Futbolun damgasını vurduğu bu günlerde bir başka futbol içerikli filmi tanıtacağım sizlere. Bu sefer yeşil sağlar dört duvar arasına sıkıştırılacak. Film İngiltere deki bir hapishane de mahkûmlarla gardiyanlar arasında oynanacak futbol maçını konu almakta. Komedi unsurlarının bolca kullanıldığı film de drama da az olsa kullanılmış.

Danny Meehan (Vinnie Jones) İngiliz Milli Takımının eski takım kaptanıdır. Bir dönem ülkesinin en önemli futbol yıldızıyken, adı şike skandalına karışır ve kariyeri tepe taklak olur. Futbolu bırakana Danny kendini alkole verir. Filmimizde tam bu noktada başlamaktadır. Danny alkolü olarak arabasını kullanırken peşine takılan polisleri atlatır ve bir bara girer. Barda kaldığı yerden içkiye devam ederken polisler içeri girer. Polislere karşı koyup, saldıran Danny hapishaneyi boylar.

Alkollü araba kullanmak ve polise saldırmaktan 3 yıla mahkûm olan Daany artık dibe vurmuştur. Hapishaneye gelişiyle birlikte apayrı bir dünyaya adım atmış oldu. Milli takımı sattığı için gardiyanından mahkûmuna kadar herkesin nefretine maruz kalmaya başladı. Şaşalı yaşantısını dalgaya alarak şimdi düştüğü duruma gülünüyordu. “Düşenin dostu olmaz” sözü galiba Danny’i anlatıyor.

Hapishane de ilk tanıştığı kişi Başgardiyan Burton (Ralph Brown) oldu. Burton endişeliydi. Hapishane müdürü Danny’nin gardiyan takımının antrenörlüğüne getirilmesini istemiyordu. Danny bu teklifi ret etmesini tehditkâr şekilde söyledi. Açıkça Danny’nin aklında zaten böyle bir fikir yoktu.
Kendisine verilen yerleri temizleme işinde tanıştığı Doc (David Kelly) onun tek dostu oldu. Hapishaneyi tanıtan Doc , Danny’i Caharlie Sykes’ la (John Forgeham) tanıştırdı. Caharlie Danny’den en başta nefret edenlerdendi. Şike yaptığı maçta çok büyük paralar kaybetmişti. Ardından Massive (Vas Blackwood) ile tanışır. Bu çılgın adam Danny’in güvenebileceği ikinci kişi oluyor. Ve beklenen oluyor Müdür (David Hemmings) Danny’i yanına çağırır ve takımın başına geçme teklifinde bulunur. Teklifi ret edince de işler sarpa sarar. Hücreye tıkılan Danny tamamen dibe vurmuşken Massive’in bir fikri cazip gelir.

Mahkûmlarla Gardiyanlar arasında maç yapılacaktır böylece hem Gardiyanlar hazırlık maçı yapacak hemde mahkûmlar maçın havasında dolayı daha fazla kontrol altında tutulacaktır. Müdür ve Burton bu fikre olumlu bakarlar.

Takım seçimleri başlamıştır. Seçimler sırasında bir pozisyon dışında sorun yoktur. Kaleci bulmakta sıkıntı çekiliyordur. Tek bir aday vardır esas. Hapishanenin en tehlikeli mahkûmu, efsaneye göre elleriyle 23 kişiyi öldürmüş olan psikopat Monk (Jason Statham) gençliğinin ilk yıllarında kalecilik yaptığı biliniyordu. Tüm mahkûmlardan ayrı bir yerde tutulan bu psikopata nasıl kaleye geçmesi teklif edilecektir. İlk başta teklifi kabul etmeyen Monk, gardiyanlarla oynayacakları söylenince fikri değişir ve takımdaki yerini alır.

Danny’ takımını maça hazırlarken mahkûmlarla arasındaki buzları da eritmeye başlamıştır. Bakalım bu toplama takım yarı profesyonel gardiyanlara karşı başarılı olacak mı? Danny eski alışkanlıklarına geri mi dönecek, takımına yeniden ihanet edecek mi?

Oyunculara dönersek Danny Meehan karakterini oynayan Vinnie Jones yeşil sahalardan beyaz perdeye geçen biri olarak rolüne çokta yabancı değil. Futbolcululuk kariyerinde dişli bir defans oyuncusu olan Vinnie Jones, kasap tabir ettiğimiz futbolcuların en başında geliyordu. Sert futboluyla ünlenen futbolcu kendisi gibi sert futbolunu bırakıp beyazperde de şans arayan Eric Cantona’nın izinden giderek sinema kariyerine adım attı. Cantona dan daha başarılı filmlere adını yazdığını da belirtmek gerekir. Daha çok serseri, psikopat karakterlere hayat veren oyuncu, bu filmde de ortalama performansı ile filmi sürüklemeyi başarıyor.

Filmin bir diğer bilindik oyuncusu Transporter filmleriyle yıldızı parlayan ünlü oyuncu Jason Statham. Filmin çekildiği yıllarda daha çok yardımcı oyuncu olarak kaliteli filmlerde yer alan Statham daha sonraları özellikle aksiyon filmlerinin aranan yıldızlarından biri oldu. Canlandırdığı psikopat katil Monk ile üstün bir performans gösteren oyuncu, gerçek hayatta da İngiliz Milli Dalış takımda yarışmış bir sporcuydu.

Filmin geri kalan oyuncuları ise İngiliz sinemasının kalburüstü oyuncularından oluşuyor. Şahsen İngiliz filmlerine olan sempatim ve İngiliz asıllı oyuncuların performansına bayılan biri olarak bu filmden de epey bir zevk aldım.

Filmin önemli bir detayına gelince, konusunu 1974 ABD yapımı olan ve başrollünü Burt Reynplds’un oynadığı The Longest Yard filminden almış olduğunu belirtelim. Orijinal filmde Amerikan Futbolu yerine bu filmde Futbol oynanıyor. Avrupa versiyonuna da Futbol yakışırdı zaten. The Longest Yard filminin Adam Sandler’ın başrolünde oynadığı 2005 verisyonu da bulunmaktadır. (Adam Sandler dan nefret eden biri olarak gıcıklığına bu filmi seyretmedim.)

Benim filmle ilgili düşüncem olumlu oldu. Evimdeki DVD koleksiyonum için de yer alan filmi defalarca seyrettim. Konunu ve oyuncu performansının beni tatmin ettiği filmi sizlere şiddetle tavsiye ederim.

İyi Seyirler...

Detaylı bilgi: http://www.imdb.com/title/tt0291341/

2 Temmuz 2010 Cuma

Tour de France 2010



2010 Fransa Bisiklet Turu 3 Temmuz 2010 cumartesi günü başlıyor. 2009 yılının şampiyonu Alberto Contador ve Bisikletin efsane ismi Lance Armstrong turun en büyük iki favorisi. Eurosport da bu iki şampiyon için güzel bir teaser yayınlamış.

1 Temmuz 2010 Perşembe

LIVESTRONG

Hayat ve Spor’un kesiştiği birçok nokta olduğuna inanıyorum. Her ikisinde de sevinç ve hüzün bir aradadır. Bir taraf kazanır diğer taraf kaybeder. Hayat yarışında da durum aynıdır sadece acılar daha derin ve kalıcıdır. Hayat ikinci şansı az tanır insanlara. Bazı insanlar hem spor da hem de hayat yarışında var olmak için mücadele etmektedirler.

Lance Armstrong da bu isimlerin belkide dünya çapında en bilineni. Malumunuz kendisi Dünyanın en zorlu bisiklet yarışlarından Fransa Bisiklet Turunu üst üste 7 kez kazandı. Ama onu farklı kılan bu başarıların öncesinde hayat yarışındaki başarısı olmuştu.

Lance 1971 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Teksas eyaletinde doğdu. Profesyonel kariyerine triatlet olarak başladı. 16 yaşında Dallas da ki bir araştırma merkezinden aldığı davet ile ne kadar oksijen alıp kullanabileceğinizi belirleyen VO2 testinden geçti. Sonuçlar o güne kadar ölçülenlerin en iyisi çıkmıştı. Laktik asit üretme oranı ise normal bir insana göre kat ve kat düşüktü. Laktik asit vücut tarafından kasların çalışması sırasında ürettiği ve yorgunlukla birlikte kaslarda ve akciğerde yanma hissi yaratan kimyasal maddedir. Lance düşük Laktik asit üretmesi daha fazla dayanıklı olduğu ve daha geç yorulduğunu gösterir. Karşımızda dayanıklılık konusunda üstün bir atlet durmaktadır.

Triatlon sporu için biçilmiş kaftandı Lance. Gelecek vadeden gençlerden bir olarak görülüyordu. Lance’in en büyük destekçisi annesi idi. Onun sıra dışı biri olduğunu annesi keşfetmiş ve spora yönlendirmişti. (Ülkemizde kaç anne böyle bir öngörüye sahip olabilir. ÖSS, SBS varken özellikle.) İlerleyen zamanlarda Triatlon da en başarılı olduğu dal olan bisiklete ağırlık verdi ve değişik yol yarışlarına katıldı. 1992 Barcelona Olimpiyatlarında Amerika adına yarıştı ve 14. Sırada bitirdi yarışı.

Sonra Profesyonel bisiklet kariyeri başladı ve ilk yarış birinciliğini San Sebastian Klasik yarışında kazandı. Sonrası gelmeye başladı. Artık bisiklet dünyasının gelecek vadeden bir yıldızıydı. 1993-1996 Team Motorala ile yarışlara girdi. 1996 da Tour de Pony’u kazandı. Ardından katıldığı ve daha sonraları tekeli altına alacağı Fransa Turu’nu ise bitirememişti.

İşte bu muhteşem yaşam 2 Ekim 1996 günü bir daha eskisi olmayacak şekilde değişti. Bir süredir hissettiği rahatsızlıklar üzerine gittiği doktordan Testis Kanseri olduğunu öğrendiği gündü o gün. Artık Bisiklet üzerinde değil hayatı üzerinde yarışacaktı. Henüz 25 yaşındaydı ve yaşayacağı koca bir yaşam vardı. Ama ona diğer insanlardan daha fazla güç veren vücudu şimdi onu sonsuzluğa gideceği yola götürüyordu. Lance artık var olma yarışında idi. Tabi yanında yine en büyük yardımcısı annesi vardı.

Kanser çok geçmeden vücudunda yayılmış ve beynine sıçramıştı. Yaşam şansı yarı yarıya dan azdı. Bir dizi akciğer ve testis ameliyatları oldu. Beynindeki kanserli hücreleri temizlemek içinde ağır bir ameliyat daha geçirdi. Temizlenen dokular hemen patologa gönderildi ve dokuları incelendi. Dokular tehlikesiz çıkmıştı. Altı saatin sonunda başarılı bir şekilde bitmişti ameliyatı. Kitabında şunu diyor Lance “Uyandım... Yavaş Yavaş... Her Şey Çok Parlaktı... Ve Birisi Benimle Konuşuyordu. Hayattaydım!”

Ama her şey bitmemişti. İlaç tedavisi devam ediyordu. Kemoterapinin ağır etkilerini çok fazla hissediyordu. Kasları erimeye başlamıştı. Süper atletten geri pek bir şey kalmamıştı. Bir gün kollarımda lekeler gördüm diyor Lance. Bunlar verilen ilacın yaktığı dokuların eseriydi. Kendisini hor gördüğünü söylüyor. Dünyanın en zorlu sporlarından birini yapan birinin şimdi yürümeye takati kalmamıştı.

13 Aralık 1996 günü son ilaç tedavisi kürü tamamlanmış oldu. Tedavinin sonucunu bekleme zamanı gelmişti. Testler yapılacak ve yarışın sonucu belli olacaktı. Sonuç geldi, Lance sağlıklı idi. Yarışı kazandı gibi gözüküyordu. Ama şöyle bir gerçek vardı. 12 ay boyunca beklemesi ve hastalığın nüksetmemesi gerekiyordu.

Artık Lance farklı biriydi. Öncesinde hırçın, asi bir kişiliği vardı. Artık daha sakin ve serinkanlı biri olmuştu. Bencil biri değildi kendi gibi bu hastalığa yakalanan insanlara yardım etmek istiyordu. Ve hemen bir vakıf kurdu bu konuyla ilgili (Lance Armstrong Vakfı). Çalışmaları sırasında kısa bir süre sonra eşi olacak Kristin Richard ile tanıştı. Kısaca KİK dediği eşi ile 3 çocukları oldu. Evlilikleri 2004 yılına kadar sürdü.
Hayat yarışını kazanan Lance şimdi kaldığı yerden spora geri dönüş yaptı. Hayata kalması şüpheli biri şimdi dünyanın en büyük spor organizasyonu olan Fransa Turunda yarışmayı düşünüyordu. US Postal takımında antrenmanlara başladı. Ve 1999 yılı geldi çattı. Fransa Turuna fırtına gibi girdi ve katılması, etap kazanması veya bitirmesi bile düşünülmeyen biri turu kazanmıştı ve bu son olmayacaktı. 1999-2005 arasında hiç ara vermeden dünyanın en büyük bisiklet turunu 7 kere kazanmayı başardı. Artık dünyanın sayılı sporcularından biri olmuştu. Ayrıca kırılması zor olan rekorlar kırmıştı.

Lance’i tanımamızı sağlayanlar bir diğer obje de LIVESTRONG bileklikleriydi. Sarı renkli bu bileklikler birçok kişinin bileğinde moda oldu. Nike tarafından üretilen bu bileklikleri satın alanlar kanser hastalarına hem maddi bir katkı sağladılar hem de manevi destek oldular.

2005 senesinde spor hayatının bitirdiğini ve emekliliğe ayrıldığını açıkladığında büyük ihtimal rakipleri derin bir nefes almıştır. Fakat emeklilik uzun sürmedi ve 2008 de geri döneceğini açıkladı. 2009 Fransa Turuna katılan Lance, turu 3. Olarak bitirmeyi başardı. 3 Temmuz günü başlayacak olan 2010 Fransa bisiklet turu kendisinin açıklamasına göre son yarışı olacakmış. Bakalım bu sene 8. Şampiyonluğuna ulaşabilecek mi? Ben bu sene yarışı kazanacağını ve tarihe bir kez daha geçeceğine inanıyorum.


Yaşam öyküsünü yazdığı ve benimde yıllar önce okuduğum (Yazıyı yazarken tekrar gözden geçirdim kaynakça için) "Yaşama Çevrilen Pedal" adında bir kitabı bulunmaktadır. Bu dev yürekli insan hayat yarışından nasıl kopmamız gerektiğini gösteriyor bizlere. Tüm zorluklara rağmen, sıfır noktasına insek bile son nefesimize kadar mücadele etmemizi öğütlüyor. Kitabının son bölümünün başında yazdığı paragrafla yazımı sonlandıracağım. Bence bu paragraf birçok şeyi açıklıyor bize.

Sanırım eninde sonunda kanserden öleceğim. Kaç kere Check-Up’tan geçersem geçeyim, doktorlar bana ne söylerse söylesin bu düşünce her zaman aklımın bir köşesinde durur: Daha önce bir kere kansere yakalandım. Ama hala buradayım işte...