4 Aralık 2011 Pazar

Futbolun Filozofu Artık Yok...



Bir futbol efsanesine daha veda ettik bugün. Bu seferki efsane sadece yeşil sahada değil dışında da bir efsaneydi. O sadece sahada rakip oyuncuları değil  saha dışında ülkesindeki diktatörlere de çalım atmıştır. Ülkesi Brezilya'nın demokrasiye geçiş çabalarına destek vermiş ve Corinthians Demokrasisi adındaki hareketin kurucularından olmuştur.

Ayrıca tıp eğitimi alan bu güzel insan, ülkesindeki fakir  bölgelere giderek ücretsiz sağlık hizmetinde bulunmuştur. Maalesef terzi kendi söküğünü dikemedi ve bağırsak enfeksiyonu sebebiyle hayata gözlerini yumdu. Huzur içinde uyu Doktor, Filozof, Devrimci ama en önemlisi adam gibi adam Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira...


19 Kasım 2011 Cumartesi

Bir Futbolcudan Daha Fazlası: Alexsandro De Souza

7' den 70' e hepimizin formasına bakmaksızın sevdiği ve saygı duyduğu bir futbol abidesi: ''Alex De Souza.'' Onu sadece futboluyla değerlendirmek haksızlık olur; çünkü o kişiliğiyle de genç kuşaklar için rol model olmayı başarmış birisi...

Futbol hayatının daha emekleme yıllarında futbol ahlakı edinmeyi başarmış bir yıldız Alex. Takım arkadaşları arasındaki eleştirilerin, imalı bakışların, laf atmaların bütün ekibi nasıl olumsuz etkilediğini gözlemlemiş ve bu bilgiyi zamanla içselleştirmiş. Alex, kendisini benzer bir durumun içinde bulduğu zamanarda takım arkadaşlarıyla direk iletişim kurmayı seçerek, kendisine ve karşısındakine beslediği saygıdan taviz vermeden sorunları çözmüş; böylece takım arkadaşlarının ona olan saygısının artmasını sağlamıştır.
Alex bir birey ve bir futbolcu olarak güçlü kişiliğe sahip, ahlaklı bir kişilik. Bunun yanısıra  Alex'in en önemli özelliklerinden biri de futbolu akıl ve zekasıyla birleştiriyor olmasıdır. Futbol filozofu olarak nitelendirebileceğimiz Alex; küçük yaşlarda zayıf fiziğine rağmen, güçlü fizikli arkadaşlarına karşı neler yapabileceğini düşünürmüş, Fiziksel gücü yüksek olmayan De Souza top ayağına geldiği zaman aklını kullanırsa, rakibinin gücünün hiçbir öneminin olmayacağını anlamış. Gerçekten de Alex'i seyrederken rakiplerin gücünü nasıl kırdığını fark edebiliriz. Ondan güçsüz olarak bahsedilen her konuşmaya yaptıklarına bakarak cevap vermek yeterli oluyor. Zekası fiziğinin önünde olan, zekasıyla futbol oynamayı başaran ender futbolculardan biri Alex. Çevik olmasada; futbol zekasıyla, ahlaklı, kişilikli duruşuyla sadece Fenerbahçelilerin değil, tüm Türkiye'nin sevgisini, saygını kazanan, içimizden biri o... Alexsandro De Souza

18 Kasım 2011 Cuma

Doğum günün kutlu olsun Dev Danimarkalı


Futbolda en kritik oyuncu kalecidir. Kalecilik için " 89 dakika muhteşem oynar, bir hatta yapar yuhalanır" cümlesi defalarca kullnılmıştır. Gerçekten çok zor bir mevkiidir. Tüm takımın sorumluluğu kalecilerin omuzlarındadır. 

İşte bu zor mevkinin gelmiş geçmiş en iyilerinden biri olan Peter Schmeichael 18 Kasım 1968 de dünyaya geldi. Danimarka Milli takımında 129, Manchester United'ta 296 maça çıkan Scmeichael'ın kariyerinde bir çok başarı mevcut. 1992 Avrupa Şampiyonu Danimarka'nın kalesi ona emanetti. 1991 yıllında başlayan Manchester kariyeri ise 8 sene sürdü ve kulüpün unutulmazları arasında yerini aldı. Manchester'da 5 Premier Lig, 3 Federasyon Kupası, 4 FA Charity Shield, 1 Şampiyonlar Ligi, 1 UEFA Süper kupa kazandı.


Ülkemiz futbolunda ünlü spiker Ümit Aktan'ın "Değil Schmeichael bütün Maykıllar gelse o golü oradan alamazdı" sözüyle anılan Dev Danimarkalı'nın doğum gününü kutlarız. Seni seyretmek büyük bir zevkti.

Schmeichael'ın kariyerindeki kesitlerin yer aldığı güzel bir klip.




12 Kasım 2011 Cumartesi

Milli Bütünlük

Uzun zamandır aklımdan çıkmayan bir soruyu daha doğrusu sorunu dün akşamki Milli Maçtan (Milli Rezalet) sonra tekrar hatırladım. Milli maça gelen bir seyirci neden kendi tuttuğu takımın formasını giyer?

Dün akşamdan çekilmiş bir fotoğraf.(kaynak: Haber Türk)

Teknik ve taktik açıdan dünkü maçı yorumlayacak bilgiye sahip değilim. Zaten birçok kişi çeşitli mecralar da yazıp çiziyor. Benim derdim sahanın içi değil dışı. Birkaç yıldır Milli maçlarda dikkat ediyorum. Hangi takımın stadında maç yapılıyorsa o takımın renkleriyle süsleniyor stadyum. Dün akşam da sarı kırmızı idi stad. Yarın Fenerbahçe’nin stadın da oynansa maç eminim sarı lacivert olacak. Bu bölünmüşlüğün sebebi nedir araştırmak lazım. 

Milli maç ile ilgili fotoğraflara bakın. Sahadaki 11 kişi dışında kaç kişide Türkiye Milli takım forması var. Forma pahalı alamıyoruz diyorsanız onu geçelim. Kaç kişinin giydikleri kıyafetlerde kırmızı ve beyaz renkler vardı? Kaç kişinin Türkiye atkısı vardı? Ben çok az bir azınlık gördüm açıkçası. 

Bu ayrışmanın bölünmüşlüğün sebebini futbol sahalarının çok dışında olduğunu söyleyebilirim. Futbol günlük hayatımızın bir metaforudur. Günlük hayata yaşadıklarımızın yansımalarını futbolda da görürüz. Ülkemizin içinde bulunduğu bölünmüşlük ve ulus devletinden uzaklaşmamızın sonuçlarıdır bunlar. Artık biz ve başkaları var. Bizden olmayan düşman olarak görüyoruz. 

Bunun sonucu olarak Milli formayı giymiş futbolcuları ıslıklıyoruz. Tamam bu futbolcuların karakterleriyle ilgili sıkıntı olabilir ama eskiden de karakter problemi olan futbolcu yok muydu? Elbette vardı ama bu şekilde bir tepkiyle karşılaşmıyorlardı. Bazı taraftarlar ise bir oyuncuya kafayı takmışlar ve onun saflığıyla alay ediyorlar. Tabii devir uyanık olanın çakalın devri. Saf olana, ruhu olana ne gerek var. 

Şimdi herkesin derdi, İstanbul dışında oynansın maçlar. İstanbul dışındaki şehirlerde durum farklı olurmuş. Bu durum bana Haydarpaşa da trenden inip “İstanbul sen mi büyüksün ben mi? “ diyen adamları hatırlattı. İstanbul dışında taraftarlar sanki bu ülkede yaşamıyor. Kabul etmiyorum ama diyelim onlar bu bölünmüşlükten ve fanatiklikten uzaklar. Peki, kaç şehir futbol maçını dolduracak taraftar kapasitesine sahip. Veya kaçında uluslara arası maç yapabilecek stadyum var. Ben yorumu size bırakıyorum. 

Biz birlik ve beraberlik duygumuzu yitiriyoruz. Ancak başımıza bir felaket gelince bir araya geliyoruz. Ama son depremde ortaya çıkan çatlak sesler bununda yakın zamanda kaybolacağını gösteriyor. 

Brezilyalı taraftarlar. Tek renkler

Sonuç olarak dün akşam bir rezalet yaşadık. Ben sadece tek bir ricam olacak. Arkadaşlar Milli maçlara tutuğumuz kulüp takımının formalarını giyip gitmeyelim. Şehit kanlarıyla sulanmış bayrağımızın rengi olan kırmızı ve beyaz renkleri giyelim. Bir bakın Brezilyalılara, Kamerunlulara veya İngilizlere. Bir tane kulüp takımı forması görecek misiniz? Tribünler bir olmadıktan sonra sahadakilerden birlik beklemek haksızlık olur… 

2 Kasım 2011 Çarşamba

Yeni Bir Başlangıç


İki aya yaklaşıyor son yazımı yayınlayalı. Bu ara medeni durumumdaki değişiklik sebebiyle bir ay olacaktı. Fakat balayı dönüşü başımıza gelen talihsiz kaza sonucu bu süre bir ay daha uzadı.

Şimdi oturup bir şeyler yazmak zamanı. Fakat bir konsantrasyon sorunumu yada verilen uzun aranın fikri dünyam da yaratığı paslanmamı bilemiyorum zorlanıyorum. Ama bir yerden başlamak gerekiyor ve bu yazıda umarım yeni bir başlangıç olur.

Bu yeni dönemde neler yazabilirim diye düşünüyorum birkaç gündür. Malum bu blogdaki yazıların ana konusu spor. Spor ekseninde ülkenin ve dünyanın sorunlarına değindim oldu. Aralara birkaç spor dışı konu da serpiştirdim. Yeni dönemde daha da fazlalaştırmayı planlıyorum açıkçası. Şu anda rafta duran en önemli konu balayımızda gittiğimiz Prag, Viyana ve Budapeşte şehirlerine ait gezi yazıları olacak. Gezi yazılarının içinde oralarda kısa zamanda spor konusunda gözlediğim izlenimlerimi de aktarmak istiyorum.

Bunun dışında benim bu blogda yazmaktan en çok zevk aldığım SineSpor bölümüne de devam edeceğim. Birkaç film şu an yedekte beklemekte. Birkaç tanesi de DVD’ lerin içinde izlenmeyi bekliyor.  Bu yeni dönemde blog’um dışında birkaç platformda daha yazı yazma ihtimalim var. Umarım yazmamamın önündeki engellerle baş edip bir şeyler karalamaya başlarım. Bunun dışında Nisan ayından bu yana Eurosports Türkiye’nin forum’unda moderatör olarak görev alıyorum. Sizleri de bu Forum’a üye olmasını tavsiye ederim. Futbol dışındaki diğer spor dallarının da bulunduğu bu forum sporseverler için yepyeni bir mecra.

Blog dışı en büyük işim de son iki senedir sırtımda kambur olarak taşıdığım yüksek lisans tezim. oOu da artık bir şekilde bitirmem gerekiyor. Yani yapacak çok iş var zaman ise kısıtlı. Umarım kısa zamanda eski performansıma ulaşır hatta geçerim.

Yeniden herkese merhaba…

13 Eylül 2011 Salı

Bizi Sevenleri Üzmeyelim Baba


Yirmi yıl önce bu gün Kral bizi ilk ve son kez üzdü. (13.09.1991) Büyük bir oyuncu olmasının yanında Metin Oktay'ın insanlığı daha da büyüktü. Tuttuğu renklere bağlılığı, spor ahlakı ve efendiliğiyle daha nice spor sevenlere örnek olacak. Özellikle bu günlerde bu değerlere çok ihtiyacımız var. Mekanın cennet olsun. Işıklar içinde uyu...


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Futbolu bulan adamın adı ''Futbol'' muydu?

Şimdi sorsam size: en çok sevilen spor dalı hangisi diye, hiç düşünmeden futbol cevabını vereceksiniz bana. Evet, bence de futbol aşkı diğer spor dallarının biraz daha üstünde gibi. Peki, sormak istiyorum nasıl doğdu futbol denilen, herkesin sevgisini kazanan bu oyun? Kim icat etti bu futbolu? Futbolu bulan adamın adı futbol muydu, tabii ki değildi ama olsada hiç şaşırmazdım…



Futbolun çok yakın bir zaman diliminde oynandığını düşünüyorsanız, yanıldığınızı söylemek zorundayım; Çünkü futbol M. Ö.2500’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişe sahip. İki mızrakla kale yapan Çinli kardeşlerimiz, kağıttan önceki en önemli buluşlarını icat ederek futbola benzeyen bir oyun bularak futbol ateşini yakmışlardı. Tabi bu ateş zamanla diğer ülkelere de sıçramış ve M.S. 4. yüzyılda Yunanistan ve Roma’da da topa tekme atarak onu bir hedefe taşımayı gerektiren bir spor yaygınlaşmaya başlamış. Hatta bazı kaynaklarda mezarlıklar üzerinde top oynayan kişilerin kabarmaları olduğundan bile bahsedilmekte. Tabi unutmadan Türk tarihine futbol kelimesini yazıp ararsak karşımıza ‘’tepük ‘’kelimesi çıkacaktır. Kaşgarlı Mahmut Divânu Lügati't-Türk kitabında Türklerin eskiden tepük adı verilen futbola benzer bir oyun oynadıklarını yazmıştır. Tepük oyunu, tepmek, tekmelemek fiilinden gelmektedir. Anlayacağınız biz Türkler futbolu oynamakta çokta geç kalmış sayılmayız…


Futbolun küresel düzeyde bu kadar çok sevilen bir oyun olmasının sebebi belki de her kültürde bir şekilde yer almayı başarmış olmasındandır. İnsan, Çinlilerin mızraklardan kurduğu kaleyi duyunca, çocukluğunda iki taş bulduk mu kale yapıp futbol oynadığımız zamanları hatırlıyor. İnsanlar değişselerde futbol sevgisi değişmiyor…

Kaynak :http://www.spordan.net/futbolun-tarihcesi.html

UNİTED (SİNESPOR)



UNİTED

Tür: Spor, Dram, Tarih

Yönetmen: James Strong

Gösterim tarihi: 2011


Yapım: 2011 İngiltere – 90 dak.


Hayat insanoğluna her zaman iyi yüzünü göstermiyor. Her şeyin yolunda gittiği bir hayat, saliseler içinde değişebiliyor. Mutluluklarımızın yerini bir anda sonsuz kederler alabiliyor. Hayat acımasız yüzü olan ölüm’ü bizlere unutturmamak için elinden geleni yapıyor ve ölümün olduğu yerde daha ciddi bir şeyin olmadığını bizlere defalarca gösteriyor.

6 Şubat 1958’de hayatın acımasız yüzünü bizlere gösterdiği bir gün olarak tarih sayfalarına geçmiştir. O gün Manchester United tarihinin en başarılı kadrolarından birini taşıyan uçak Münih Havalimanı’nda kötü hava koşuları ve teknik arıza sonucu kalkış yapamayarak düştü. 8’i Manchester United futbolcusu olmak üzere 23 kişi hayatını kaybetti.

Manchester United tarihinin en şah şaşalı günlerini yaşamaktaydı. Matt Busby yönetiminde başarıdan başarıya koşan takım futbol severlerin dikkatini çekmektedir. Dönemin takımlarına göre çok genç olan kadrosuyla şampiyonluklar yaşayan takımın bir de lakabı vardır “Busby Babes”.

Genç yaşları nedeniyle “Busby’nin Bebekleri” lakabıyla anılan takım kendi ligi dışında da başarılar yaşamaya başlamış ve Şampiyon Kulüpler Kupasında (şimdiki Şampiyonlar Ligi) çeyrek finale yükselmiş ve Yugoslavya’nın Kızıl Yıldız takımıyla eşleşmiştir. İlk maçı evinde 2-1 kazanan “Busby Babes” ikinci maç için Belgrad’a gitmiş ve o maçta aldığı 3-3 beraberlikle yarı final de AC Milan’ın rakibi olmuştu. İşte zirveye doğru tırmanan takımın çoğu oyuncu ve antrenörü eve dönüş yolunda bindikleri uçağın düşmesiyle hayatlarını kaybettiler.

BBC yapımı olan United filmi, bu trajik hikâyeyi beyaz perdeye taşıyarak bu kahramanları hatırlamamızı sağlıyor. Film bu trajik hikayeyi bizlere aktarmasının yanında efsane oyuncu Sir Bobby Chalton’nın (Jack O’Connell) kariyerinin ilk yıllarına ışık tutuyor. Onun kaza öncesi, sırası ve sonrasında yaşadıklarını yansıtmakta. Bobby Chalton’ın yanında pek az kişinin ismini ve yaptıklarını bildiği Jimmy Murphy’i de (David Tennant) tanıma fırsatı buluyoruz. Ülkemizde Doctor Who dizisindeki The Doctor rolüyle tanınan David Tennant oyunculuk performansı ile filmi sırtlamakta. Özellikler Chalton ile Murpy’nin karşılıklı oynadıkları sahneler filmin en can alıcı noktalarını oluşturmakta. Jimmy Murphy kaza sonrası takımın toparlanmasındaki rollünün ne kadar önemli olduğunu film de göreceksiniz.

Bu ikiliye ek olarak efsane menajer Matt Busby’i (Dougray Scott) de filmin öne çıkan karakterlerinden biri. Özellikle filmin başında Lig Temsilci ile yaptığı görüşmedeki sözleri, günümüzde de yaşanan futbol’u yönetmeye çalışan beceriksiz yöneticilere bir cevap niteliğinde. Zaten filmde kazanın baş sorumlusu olarak İngiltere Lig temsilcisini gösterilmekte. Takımı riskli bir yolculuğa zorlamak ile suçlanıyor. Ayrıca bu kaza göstermiş olduğu kahramanlıkla birçok insanı paramparça olmuş uçaktan çıkaran Manchester United kalecisi Harry Gregg’i de (Ben Peel) tanımış oluyoruz. Bu isimlerin yanında kazadan 15 gün sonra hayatını kaybeden Duncan Edwards’ın (Sam Claflin) filmin öne çıkan karakterlerinden biri oluyor.

Film futbolu konu almış olsa da maç görüntülerine yer verilmemiş. Yönetmen, maçları seyircilerin hayal gücüne bırakmak istemiş olabilir. Oyuncu seçimlerinde belirgin bir başarı yakalayan film, senaryo ve görsel yönden de övgüyü hak etmekte. BBC’nin geçtiğimiz yıl yapımcılığını üstlendiği The Damned United ile başlayıp United ile devam eden belgesel tadındaki futbol konulu filmlerin devamının gelmesini diliyorum. Futbol’un 22 bağrı çıplak adamın bir top peşinde koşmasından ibaret olmadığı, hayat kadar gerçek, güzel ve acı olduğunu gösteren United filmini şiddetle tavsiye ediyorum.

Kazada hayatını kaybeden futbolcular ve teknik ekip: Geoff Bent, Roger Byrne, Eddie Colman, Duncan Edwards, Mark Jones, David Pegg, Tommy Taylor, Billy Whelan, Walter Crickmer (Kulüp Sekreteri), Tom Curry (Çalıştırıcı), Bert Whalley (Baş antrenör)

İyi seyirler…


11 Ağustos 2011 Perşembe

Boğaların Ülkesinde Bir Aslan

Bir senedir süre giden tartışmalar en sonunda sona erdi ve Arda yuvadan ayrılıp Atletico Madridli oldu. Galatasaray alt yapısında başladığı futbolculuk kariyeri bu sezon Avrupa’nın en iyi liglerinden biri olan La Liga da devam edecek. Tabii gidecek mi kalacak mı tartışması biterken yep yeni bir tartışma konusu ortaya çıktı. Başarılı olacak mı, olamayacak mı?

Bu sorunun cevabını bu günden vermek çok da doğru olamaz. Medya dan aldığım bilgilere göre kafasında kariyer planını yapmış durumda Arda. Atletico Madrid’ i bir basamak olarak gördüğü ve buradan Barcelona veya Madrid’e transfer olmak istediği konuşulmakta. Türkiye de kalması durumunda hiçbir zaman hedeflerine ulaşamayacağını belirtmiş yıldız futbolcu. Bu kısım gerçekten doğru. “Edirne’ den sonra…” ile başlayan deyim “Süper Ligi kim tanır?” ile tamamlana bilir.

Sonuçta Avrupa’nın beli başlı ligleri diğer ülkelerde de seyrediliyor. Bizim ligimiz gibi ligler yurt dışında her hangi bir televizyon kanalından izlendiğini duymadım. (Almanya gibi ülkelerde yaşayan gurbetçiler dışında) Mesut ve Nuri gibi Bundesliga da oynayan oyuncular bu konuda ülkemizdekilerden şanslı. Avrupa da birçok televizyon onların maçlarını veriyor. O maçları seyreden teknik ekipler, yöneticiler ve taraftarlar bu futbolcuları tanıyorlar. Arda’ya gelirsek bu sene Milli maçlar dışında ülke dışına çıkamayacak. Kendini gösterecek fırsatı olmayacak bile.


Arda bence kararını doğru verdi ama duygusal nedenler yüzünden gecikti. Galatasaraylılığından bir dakika bile şüphe duymamaktayım. Özellikle Fatih Terim’in Galatasaray’ın başına gelmesi ile takımda kalmayı düşündü. Ama bir yerlerde hayalleri onu rahatsız ediyordu. Sadece hayalleri mi? Hayır tabii ki onu bu ülkeden soğutan insanlarda oldu. Sevgilisi ile olan ilişkisinin en mahrem yerlerine kadar giren “Kasık Bilimciler” (Ali Ece bu adamlara “Kasık Bilimciler” demekte) Arda’yı defalarca çileden çıkardı maalesef. Adnan Polat’ın başkanlığı döneminde takıma idol yaratma, yeni Metin Oktay oluşturma çabasının da kurbanı oldu tabii. Çok genç yaşta henüz takımın sorumluluğunu alamayacakken kaptanlık verildi. Sahada özgürce oynamak dururken koca bir camia’nın sorumluluğu üstüne bindi. Arda’yı bir 66 numara ile birde 10 numaralı formayla izleyin aradaki farkı göreceksiniz. Çok büyük fark var arada.


Şimdi hayatında yep yeni bir beyaz bir sayfa açmakta. Madrid’e futbolu tekrar oynamak üzere gidecek. Umarım başarılı olur ve beş altı sene sonra tecrübeli bir futbolcu olarak gelip Galatasaray kaptanlığını geri alıp kendine en çok yakışan forma ile futbolculuk kariyerine son verir. Yolun açık olsun 66 numara….



10 Ağustos 2011 Çarşamba

''Türk'ün Tenisle İmtihanı''

Söylemesi kolay bir cümle: Dünyadaki ilk 100 tenisçi arasına girebilmek... Marsel İlhan ve İpek Şenoğlu'ndan bahsediyorum. Bu 2 sporcumuzun tenisteki başarılarını hala benimseyemedik. Tenis dünyasında 2 Türk'ün zirveye oynamaya başlaması bizim inanacağımız tarzdan bir şey değil galiba. Kendi becerilerimizi o kadar çok küçümsüyoruz ki Wimbledon' da bir Türk'ün oynaması peri masalı gibi geliyor bize. Rafael Nadal, Roger Federer veya Maria Sharapova'yı izlemeyeniniz yoktur; fakat sıra bizimkilere gelince izlenme oranları biraz daha düşüyor gibi. Biz izlemesekte dünya bizim tenisçilerimizi izliyor, tanıyor ve değer veriyor. Her tenisçinin maç yapmak için can attığı Roger Federer'in Marsel'le tanışmak için odasına gelmesi bu değerin kanıtıdır. Kendi ülkesinde tanınmayıp, yurt dışında tanınmak denkleminin bir açıklaması varsa, o da ilgisizliktir. Maalesef bizde futbol dışındaki sporlar fazla rağbet görmemekle birlikte, birincilik hariç her mevki başarısızlık olarak kabul görmekte.


İpek Şenoğlu'nun 12 yaşında Wimbledon'da oynama hayaline çevresindekilerin gülmesi çokta şaşırtıcı gelmiyordur size.. Durum böyleyken Türkiye'de dışarıya çıkıp Marsel kimdir diye sorsanız, yabancı bir boksördür cevabı alırsanız sakın şaşırmayın, çünkü hala gözlerimiz kendi değerlerimizi görmekte zorluk çekiyor. Yakın bir zamanda bu 2 sporcumuzu teniz dünyasında daha üst sıralarda göreceğimizden eminim. Galiba onlar daha üst basamaklara çıktıkça ülkemizde de tanınacak ve emekleme aşamasında olan Türk tenisi, yeni yetişecek genç tenisçilerle büyümeye aşamasına geçecektir.


Kaynak: http://www.sporlog.com/yazi/federerin-onurlandirdigi-adam-atp-96si-marsel-ilhan-ve-dahasi/- http://www.ipeksenoglu.com/

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Lütfen Formalarımızı çıkartalım...

Geçtiğimiz pazar sabahı güzel bir yaz gününe uyandık. Televizyonu açtığımız da ise dışarıdaki güneşli havaya nispet yaparcasına kap kara bulutlarla karşılaştık. Şike soruşturulması kapsamında aralarında üç büyük kulübümüzden birinin başkanın da bulunduğu birçok kişinin tutuklandığı haberini gördük kanallarda. Artık dışarıdaki havanın da bir önemi kalmamıştı. Yine içimizde kasvet rüzgârları esmeye başlamıştı.

Türk futbolu uzun yıllar boyunca şike, teşvik, mafya ve benzeri birçok futbol ve spor kültürü dışı terimle kirletildi. O kadar güvensiz bir yapıya ulaştık ki artık hiçbir şampiyonluk lekesiz olmadı. Her maçın, her golün ve her kararın altında bir çapanoğlu arar olduk. Ama bu iddialar, suçlamalar laftan öteye gitmedi. Gün geldi hakem odaları basıldı, gün geldi karşı takımın kalecisi ayartıldı, gün geldi rakibin rakibine paralar yağdırıldı. Pazar gününe kadar bu konuyla ilgili kılını oynatan olmadı.

Ve bir Pazar sabahı tüm Türkiye’nin gözü önünde ülkenin önde gelen takımlarından birinin başkanı tutuklandı. Ortalık karıştı. Medya dünyası aradığı haberi bulmuştu. Özellikle spor kanalları kesintisiz yayınlar ile olayla ilgili gelişmeleri aktardırlar bizlere. Günümüzün fenomeni sosyal medya da durmadı tabiî ki. Taraftar forumları, facebook, twitter gibi mecralarda yorumlar, haberler ve dedikodular yayıldı.

Şöyle bir göz gezdirdim bütün bu mecralara. Şaşırmadığım tepkiler ve söylemlerle karşılaştım. Bir kısım, bu olayların böyle gelip böyle gittiğini ve şimdi mi aklınız başınıza geldi, zamanında falanca da böyle yapmıştı gibi söylemlerde bulunmaktaydı. Bir kısım ise düşene bir tekme vuralım, aman bu herifler bize az çektirmediler daha geçenlerde ligden düşeceksiniz diye dalga geçiyorlardı. Sıra bize geldi yüklen yüklenebildiğin kadar anlayışındaydılar.

Her iki düşünce şekli de sakat ve bencil düşünceler. Bu düşünce tarzı objektiflikten uzak körü körüne üstlerine giydikleri formalar üzerinden yapılan konuşmalar. Kimse kusura bakmasın ama bu olay futbol sahasının dışına çıkmıştır. Saha içinde yaşadığımız nefreti, çatışmayı veya alaylı dilli burada bırakmalı ve üzerimizdeki formayı çıkarıp kenara koymalıyız.

Neden mi? Olay adli bir olaydır birincisi. Ortada ispatlanmamış bir soruşturma vardır. Soruşturma delillerin toplanması, zanlıların tespitti, ifadelerin alınması yani suçun işlenip işlenmediğinin tespitti için gerekli araştırmanın yapılmasıdır. Deliller toplanıp adli makamlara iletildikten sonra yargı süreci başlayacaktır. Biz ise daha deliler toplanırken kararı verdik. Küme düşsün, şampiyonluk geri alınsın vesaire vesaire..

Peki yarın suç unsuruna rastlanmaz ise (Türkiye de bu aşamaya gelen olaylarda rastlanmaması pek olmuyor) o zaman ne olacak. “Suçu ispatlanana herkes suçsuzdur” bu sözü unutmayalım lütfen.

İkinci neden, unutmayalım ki dünya da değişmeyen tek şey değişimin kendidir. Böyle gelmiş böyle gider zihniyetti, onlarda yaptılar zamanında bahanesi ile bu ülkenin bir yere gitmediği açıktır. Bir insanı veya grubu suçlu ilan edip, yargısız infaz etmek ne kadar ahlak dışıysa, sırf kendi tarafımızda olduğu için kişi ve kuruluşları savunmakta o derece ahlaksızlıktır. Evet artık Türkiye eski Türkiye değil. En azından dokunulmaz denilen birçok kurum ve kişi artık dokunulmaz değil. Ortada suç işlendiğine dair şüpheler bulunmakta ise bu durumda suçlunun bulunması ve cezalandırılması olağandır. Bir suçu ört pas etmek için benzer olaylar örnek gösterilemez. Evet zamanında yapılmadı değil, ama spor da şiddet yasası bundan 3 ay önce meclisten geçti ve yasalaştı. Hukukçu değilim ama bildiğim kadarıyla yasalar geriye dönük işlememektedir.

Böyle geldi böyle gitsin zihniyeti ise ahlaksıza sebebiyetin uç noktası. Bu ülkede insanlar yan yanayı bırakın artık aynı stada giremez oldular. Hatta onu geçtik bu seneki örneğini de gördük aynı şehirde bile olamadılar. Kendinden olmayanı dışlama ve şiddet kullanma durumuna gelindi. Yeteri derece de olmayan ya da yanlış verilen cezalar oldu da bu ortama çanak tuttu.

Adalet var ise hepimiz için var olduğunu bilelim. Adalet sadece mağdur olan için değil suçlu içinde gereklidir...

Gelelim formamızı çıkardıktan sonraki duruma. Açıkçası birçok komplo teorisi var ortalıkta dolaşan. Benim açıkçası rahatsız eden ve aklımı kurcalayan noktalar siyasi. Son üç dört senedir ülkemizde yaşanan ve belli başlı değerlere yönelen saldırılarda sıra futbol kulüplerine mi geldi?

O zaman İstanbul’un üç güzide takımı taraftarları da aynı oranda endişelenmeli.(Ben endişeleniyorum.) Yarın bizim kulübün kapsının bir bahane ile çalınmayacağının garantisi yok maalesef. Olaylara birde bu açıdan bakmamız gerekmekte.

Yazının üst kısmıyla da ters düşmek istemem. Suç gerçekleştiyse tabii ki cezalar çekilmeli. Takım bazında düşündüklerimizi siyasi boyuta da taşımak zorundayız. Objektif yaklaşımımızı olabildiğince korumalıyız.

Türk futbolu çok hassas bir dönemden geçiyor. Bu gemi batarsa hep beraber batacaktır. Geminin yüzmesi için ise A dan Z ye hepimizin temizlenmesi gerekmektedir. Ve unutmayalım bir takımın küme düşmesi diğerlerinin değerini de düşürecektir. Üç büyüklerden birinin olmadığı ligin “Süper” olması beklenemez.

Umarım adalet en kısa zamanda tecelli eder ve tertemiz bir lige kavuşuruz…

3 Temmuz 2011 Pazar

SENNA (SİNESPOR)

SENNA

Tür: Belgesel, Spor, Biyografi

Yönetmen: Asif Kapadia

Gösterim tarihi: 2010

Senaryo: Manish Pandey

Yapım: 2010 ABD, Fransa, İngiltere – 106 dak.

Oyuncular: Ayrton Senna, Alain Prost, Ron Dennis, John Bisignano, Reginaldo Leme, Viviane Senna, Milton da Silva, Richard Williams

Tarih boyunca birçok insanoğlu bu dünyaya uğradı, yaşadı ve göçtü gitti. Bunlardan pek azı ismini bir yerlere kazımayı başardı. Kimisinin ismi fethettiği şehre, bulduğu matematik formülüne, bir icada veya keşfettiği kıtaya verildi. Bu insanların ortak noktaları insanlık tarihi devam ettikçe hatırlanacak olmalarıdır. Bazıları kötü şöhretleriyle bazıları ise yaptıkları iyilikler ile anılacaklar.

İnsanlık tarihi kadar eski olsa da son yüz yıl içinde hızlı bir gelişim gösteren spor, kendi tarihini yazmakta artık. Tarihin olduğu bir yerde efsanenin olmaması mümkün değildir. Spor tarihinde birçok sporcu gelip geçse de, bunların çok azı efsane konumuna yükselmişlerdir. Tarihi efsanelerin aksine çoğu yaşarken efsane olmuşlardı. Bazıları hali hazırda yaşamaktadır, hatta orta yaşlarını sürdürmekte olanlar çoğunluktadır.

Maalesef genç yaşta bu dünyadan göçenlerde olmuştur. Birçoğu arkalarında gözü yaşlı hayranlar ve güzel anılar bıraktılar. Benim için bu efsane sporcuların en önde geleni, henüz 34 yaşında hayatını kaybeden Aytron Senna’dır.

Formula 1 tarihinin en başarılı pilotlarından tam adıyla Ayrton Senna da Silva 1 Mayıs 1994 yılında Imola Grand Prix’n de hayatını kaybetti. Bu seneki ölüm yıl dönümün de kendisiyle ilgili yazdığım kısa yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Kısa zaman içinde ikinci bir Ayrton Senna yazısı yazmamın sebebi ise gösterime 2010 yıllında giren ve efsane pilotun 10 yıllık Formula 1 kariyerini anlatan “SENNA” isimli biyografik belgesel.

Film Senna’nın kartingden Formula 1’e geçtiği 1984 den başlayarak hayatını kaybettiği 1994 yıllına kadar ki dönemi anlatmakta. Film daha önce yayınlanmamış görüntüler, ses kayıtları ve dönemin tanıklarıyla yapılan röportajların bir araya getirilip, Senna’nın kariyer öyküsü çerçevesinde kurgulanmasıyla ortaya çıkmış. Belgesel film sevmeyen birinin bile çok rahatlıkla takip edeceği film de senaryo o kadar iyi kurgulanmış ki, belgesel bir filmden ziyade sinema filmi seyrediyormuş hissi uyandırıyor. “SENNA”, Sundance Film Festivali’nde “Dünya Sineması Seyirci Ödüllü - En İyi Belgesel” dalında ödülle layık bulundu Yönetmen koltuğunda oturan Hint asılı İngiliz Asif Kapadia gayet başarılı bir işe imza atmış.

Ayrton Senna’nın kariyerinden kesitler izler iken Formula 1 dünyasının önemli isimleri de ünlü yarışçının hayatıyla ilgili bilinmeyenleri paylaşıyor seyirciyle. Özellikle Alain Prost’la olan çekişmesine geniş yer verilmiş. Bu çekişme sırasında yaşanan olaylar o dönemde kayıta alınmış görüntülerden oluşuyor. O günlerde yaşanan politik çekişmelerin nasıl spor dünyasına yansıdığına şahit oluyoruz. Dönemin FIA Başkanı Jean-Marie Balestre’nın vatandaşı olan (Fransız) Alain Prost’u kayırmasına şahit oluyoruz. Açıkçası seyrederken içimden epeyce sövdüğümü söyleyebilirim.

Belgesel için çekilen röportajlar da şu isimler yer almakta; McLaren takımının patronu olan Ron Dennis, The Guardian yazarlarından Richard Williams, Formula 1 yazarlarından John Bisignano, Reginaldo Leme ve ezeli rakibi Alain Prost.

Özellikle filmin son bölümünde John Bisignano’nun Senna ile ilgili sözlerinden etkilenmemek elde değil.

- Ayrton'u çocuklarıyla görmeyi çok isterdim.

- Öyle bir televizyon haberini düşünebiliyor musunuz peki?

- Ayrton Senna, kanserle 50 yıllık çetin mücadelesinin ardından hayatını kaybetti."

- Bilmiyorum işte.

- Şairane ve insafsız bir açıdan bakacak olursak yarışırken ölmesi belki de iyi oldu.

İnsanı etkileyen sahnelerden biri ise ölümünden dakikalar önce arabasının içinde düşüncelere dalmış olan Ayrton Senna’nın görüntüleriydi. Gözlerindeki endişe biraz sonra yaşanacak facianın habercisi gibi.

Belgeseli izlerken Ayrton Senna’nın yarış kariyeri dışında insan olarak sergilediği mütevazılık, tanrıya olan inancı ve ülkesi Brezilya için ne anlama geldiğini de göreceksiniz. Ünlü pilotun pistte verdiği mücadelenin yanında pist dışındaki psikolojik savaşı da seyirciye çok güzel yansıtılıyor.

Peki neden Ayrton Senna belgeseli?

Formula 1 tarihinde birçok iyi pilot bulunmakta. Senna’dan daha fazla şampiyonluk yaşayan isimler var mutlaka. Ölümünün üstünden 17 yıl geçmesine rağmen hala Aytron Senna ünü sadece Formula 1 camiası ile sınırlı değildir. Milyonlarca izleyicinin gözleri önünde trajik bir biçimde hayatını kaybetmesi miydi onu efsane yapan? Bu soruya kısmen evet diyebiliriz. Ama son nefesini pistte vermesinin etkisi olsa da tek neden bu değil. Onu efsane yapan sürüş tekniği, rekabetçiliği, mütevazı kişiliği ve benzeri birçok özelliğiydi. Belki de son döneminde gelişen teknolojinin azalttığı insan faktörünün temsilcisiydi. Kendi aracından daha üstün Teknolojiye sahip araçlarla yaptığı mücadele onu yüceltti. Ve pilotaj hatasından ziyade bir mekanik yani teknoloji hatası yüzünden hayatını kaybetti maalesef.

Onun ölümünden sonra Formula 1 dünyasında pilotların karıştığı ölümlü bir kaza olmadı. Güvenlik önlemleri onun sayesinde o kadar yükseldi ki paramparça olan otomobilden burnu bile kanamadan çıkıyor pilotlar. Kaç insan vardır hem yaşamı hem de ölümüyle arkasından gelenlere örnek olan?

Hiç şüphesiz Formula 1 tarihin en büyük pilotu sayılan Michael Schumacher den sonra onun ismi aklımıza gelecektir. Zaten hayatını kaybettiği kaza sırasında arkasından gelen araçta Schumacher vardı. Sanki Tamburello virajında bir bayrak devir teslim töreni yapılmıştı. Schumacher devir aldığı bayrağı zirveye çıkarmayı başardı. Ama yinede Senna efsanesinin pırıltısı karşısında onun efsaneliği sönük kalacaktır. Çünkü Senna efsaneler üstü bir karakter olarak aklımızın bir köşesinde kalacaktır.

Senna’yı henüz tanımayan biriyseniz de bence filmi izleyerek hayran olmaya başlayabilirsiniz. İyi Seyirler…

İMDB sayfası için: http://www.imdb.com/title/tt1424432/

22 Haziran 2011 Çarşamba

Güle Güle Çoşkun Hoca

Türkiye Milli Takımı ve Galatasaray'ın unutulmaz futbolcusu ve antrenörü Coşkun Özarı bu gün aramızdan ayrıldı. Galatasaray'a ve Türk Futboluna verdiğin emekler için minnettarız. Işıklar içinde uyu...

İnternet de dolaşırken gördüğüm bir fotoğraf. Futbol Bizim Dünyamız isimli kitabın kapağı. Kapaktaki fotoğrafta Gündüz Kılıç, Eşfak Aykaç ve Çoşkun Özarı yan yana duruyorlar. Artık üçü de bir araya geldiler başka bir dünyada...

Coşkun Özarı : 1931-2011

Galatasaray Lisesi mezunu olan Coşkun Özarı 1931 yılında doğdu. 1953 yılında Galatasaray'da futbola başladı.

Coşkun Özarı, Galatasaray Lisesi'nden mezun olduktan sonra kendini Galatasaray takımının hücum çizgisinde buldu. 13 yıl boyunca Galatasaray'ın yanı sıra milli takımda da defansın belkemiği olan Özarı, çetin oyunculuğu ve yumuşak huyuyla tanındı. Özarı'nın defanstaki liderliği, Gündüz Kılıç'ın koçluğu, Turgay Şeren'in kaleciliği ve Metin Oktay'ın hücum gücü ile birleşince, bu durum takımı sayısız şampiyonluğa ve Türkiye Kupası zaferlerine taşıdı.

Özarı'nın oyuncu olarak kariyeri, antrenör olma tutkusu yüzünden erken sona erdi. 1954-55, 1955-56 ve 1957-58 sezonlarında takımın İstanbul Ligi Şampiyonluğu'nu yaşadığında Coşkun Özarı orta sahanın ve savunmanın sağında görev yaptı. 5 kez A Milli Takım'da oynayan Özarı, futbolu 29 yaşındayken bıraktı. 1961 yılında, İngiltere'de efsanevi koç Winterbottom'ın başkanlığındaki koçluk seminerine katıldı. Yurda döndüğünde Galatasaray'ın yardımcı antrenörü oldu. Üç yıl sonra da yardımcılığını yaptığı Gündüz Kılıç'ın görevini devraldı. Özarı, daha sonra da A Milli Takım'ın antrenörlüğünü yaptı.

Coşkun Özarı takımı dört kez şampiyonluğa taşıdı. 1965 yılında milli takıma antrenör olarak atandığında milli düzeydeki çalışması yaklaşık on yıl sürdü. Antrenörlük kariyerini 1986'da noktalayarak spor yazarı oldu. Hocaların hocası olarak da anılan Coşkun Özarı, birçok gazetede köşe yazarlığı yaptı.


Kaynak: http://www.galatasaray.org/kulup/haber/10384.php

13 Haziran 2011 Pazartesi

Adamın Abdalı Kaleci Olur (SPOR KÜTÜPHANE)


Kaleciler futbolun yalnız adamlarıdır. Sunay Akın “ Doksan dakika sahada olup da oyun boyunca arkadaşlarına sırtını dönmeyen tek kişi, kalecidir” der. Kendisi de kaleci eskisidir, nice yazar, sanatçı ve siyasetçinin olduğu gibi. Gençlik yılarında kalecilik yapan birçok yazar, kitapların da kalecilikten bahsetmiştir.

“Adamın Abdalı Kaleci Olur”, seksenli yıllarda Samsunspor ve Milli Takımın kalesini koruyan, günümüzde ise kaleci antrenörlüğünün yanında yazarlık da yapan Fatih Uraz’ın üçüncü kitabı. Hacettepe, Boluspor, Sitespor, Samsunspor, Beşiktaş, Kayserispor, Konyaspor ve Gaziosmanpaşa takımlarının formasını giyen Fatih Uraz, 1989 yılında Samsunspor takım otobüsünün geçirdiği kaza sonucu futbol yaşantısı sekteye uğrar ve kariyeri düşüşe geçer.


Seksenli yıllar da sayısı günümüze göre hayli fazla olan okumuş futbolculardandır. Gazi Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun olmuştur. ABD’de Virginia ile George Mason Üniversitelerinin kaleci kamplarını yönetmiş ve antrenörlük yapmıştır. Günümüzde ise çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmaktadır.

Yazar “Adamın Abdalı Kaleci Olur” kitabı ile tabiri caizse kaleciliğin kitabını yazmış. Tecrübelerini entelektüel kişiliği ile birleştirip kalecilik ve futbol eksenin de okuyucuya aktarmaktadır. Kalecilerin giydikleri formalardan ruh hallerine, başarılarından başarısızlıklarına uzanan birçok hikâye ve anı kitabın konuları içerisinde yer almakta. Kitap, ünlü kalecilerin hayatlarından kesitleri, yapılan kaleci hataları, bu hatalara ve eksikliklere verdiği çözüm önerileri ve kaleci adaylarının öğrenmesi gereken bir çok önemli bilgiyi içermekte.

Ülkemizde spor ve futbol konulu basılı yayınlar batılı ülkelere nazaran az sayıda maalesef. Son birkaç senedir, yabancı kaynaklı kitapların Türkçeye çevrilmesi ve ülkemizdeki yazarların bu konuya eğilmeleri sayesinde umut verici gelişmeler yaşanmaktadır. Henüz yeterli miktarda kaynağa ulaşmasakta ileriki dönemde açığı kapata bileceğimizi düşünüyorum.


Amatör bir kulüpte genç takım seviyesine kadar oynadığım bu özel mevki hakkında birçok yeni bilgi edindim. Hali hazırda birkaç ayda bir halı sahalarda sürdürdüğüm kaleciğime katkı sağlayacak ipuçları da aldım.

Kaleci futbolun en önemli iki mevkiinden biridir. Ünlü spor adamı Serpil Hamdi Tüzün oyuncuları üçe ayırdığını söyler. “Kaleciler, golcüler ve diğerleri”. Rıdvan Dilmen de televizyon programlarında “atan ve tutan” deyimini çok sıklıkla kullanmaktadır. Kalecilik o kadar önemli bir mevkidir ki en ufak bir hatayı kaldırmaz. Doksan dakika gösterilen muhteşem performansı elden kayan bir top yerle bir eder. Bu yüzden akıllı işi olarak görülmez kalecilik. Kitap bir insanın neden kaleci olmak istediğine ve ne tür bir duygu hali içinde olduğunu da okuyucuyla paylaşıyor. Kalecilerin aptal mı yada abdal mı olduğunu okuduğunuz zaman karar vereceksiniz.

Kitabın arka kapak yazısından kısa bir alıntı:
İngiliz futbol kültüründe kalecilerin (bir de sol açıkların!) hafif deli olduğuna inanılır. “Adamın aptalı kaleci olur” diye bir söz de var. Öyle ya, kim gönüllü yapar bu mesleği? Bir anlık bahtsızlığın ya da tümüyle çaresiz bir golün, sayısız mükemmel kurtarışla kazanılmış alkışları anında unutturuvermesini kim sineye çeker? Ama “aptal” yerine “abdal” demeliyiz galiba. Dünyadan ve benliğinden geçmiş ermiş kişilere, derviş gönüllülere dendiği gibi…

İletişim Yayınları Futbol Dizisinden çıkan “Adamın Abdalı Kaleci Olur” kitabını özellikle tüm futbol severlerin okumasını tavsiye ediyorum. Böylece bir kaleci gol yediği zaman yapacağımız eleştiriler daha hoş görülü olacaktır.

İyi okumalar

Künye:
Adı: Adamın Abdalı Kaleci Olur
Yayınevi: İletişim Yayınları / Futbol Dizisi
Yazar: Fatih Uraz
Baskı: 1.Baskı Aralık 2010, İstanbul
Editör: Ender Özkahraman

2 Haziran 2011 Perşembe

SHAQ Parkelere Veda Etti...

Bu sabah işe gitmek için evden çıkmadan önce son hazırlıklarımı yapıyordum. Bir taraftan televizyondaki spor haberlerine göz ucuyla bakarken çantamı da son bir defa kontrol ediyordum. Birden duyduğum haber ile irkildim. Beklenen bir gelişme olsa da kabullenemeyişin verdiği şaşkınlıkla haberi takip etmeye başladım. Basketbolun sevimli devi Shaquille O'Neal nam-ı diğer Shaq emeklilik kararı almıştı.

İşe giderken yol boyunca hep aynı soru zihnimi meşgul etti. Shaq’ı ne zaman tanımıştım?


Ortaokul yıllarına bir yolculuk ettim ve 1992 yıllına kadar geri gittim. Şuan yaşadığımız dünyadan farklı bir dünya vardı o zamanlar. İnternet daha ülkemizde yoktu, dünya da ise emekleme aşamasındaydı. İphone gibi elimizde taşıyabildiğimiz akıllı cep telefonlarını hayal bile edemezken, o tarihteki en gelişmiş teknoloji olan ve hali vakti iyi olanlar da bulunan araç telefonları araba aküsü büyüklüğündeydi. Çağrı cihazı dediğimiz cihaz ise yepyeni bir teknoloji idi.

Lafı şuraya getirmek istiyorum bilgiye ulaşmak bu günkü gibi kolay değildi. NBA maçları haftada bir kez verilirdi. Yanlış hatırlamıyorsam oda canlı olmazdı. NBA Action programını da hafta boyunca dört gözle beklerdik. Nasıl oluyordu bilmiyorum ama bu şartlar altında günümüzde olduğundan daha çok bilgiye ulaştığımızı düşünüyorum.

Shaq’ı daha kolejde oynarken biliyorduk. Yıldızı çok parlak bir basketbolcu olacağı konuşuluyordu. 1992 draft’ı ile başladığı NBA kariyerinin ilk sezonunda kendini gösterdi ve tahminleri doğru çıkardı. Saha dışında sevimliliği ile gönülleri fed eden Shaq, saha içinde ise rakiplerin korkulu rüyası olmaya başladı. Shaq’ın 2.16 metre boyunun yanında yapılı vücuduyla dikkat çekiyordu. Fakat daha da önemlisi bu fiziğe sahip birisi için fazlasıyla çevikti. Bir pivot oyuncusu olmasına rağmen guardlar kadar çevik olabiliyordu. NBA Live oyunu için kendinize bir pivot yaratsanız bundan iyisi olmazdı bence.(Serbest atışlar hariç)


NBA’e geldiğinde Karem Abdul-Jabbar emekli olalı 3 yıl olmuştu. Ligin belli başlı pivotları ise Hakem Alajuan (Houston Rockets), Pat Ewing (New York Knicks), David Robinson (San Antonio Spurs), Vladimir Divac (Los Angeles Lakers) dı. Daha ilk sezonunda bu isimlere kafa tutmaya başladı. Orlando Magic forması ile daha 3. sezonunda finale çıkmayı başardı. Ama dönemin en formda pivotu Hakem Alajuan’lı Houston Rockets’a boyun eğmek zorunda kaldı.

Ardından Los Angeles Lakers macerası başladı ve 8 sezon boyunca ligi domine etmeye başardı. Kobe Bryant ile oluşturdukları uyum ile (Saha dışında ara sıra kavga dövüş olsalar da) 3 sene üst üste şampiyonluk yaşadı. Ardından Miami Heat ile de bir şampiyonluk yaşayan sevimli dev’in kariyeri yaşının ilerlemesi ile birlikte düşüşe geçse de ilgi odağı olmayı hep başardı. Phoenix Suns, Cleveland Cavaliers ve en son Boston Celtics ile devam etti kariyerine.


Basketbol kariyeri dışında sinema, müzik ve eğlence sektörünün içinde de kendini gösterdi. Bir sene önce Orlando Magic’ten takım arkadaşı olan Anfernee "Penny" Hardaway ile birlikte oynadıkları Blue Chips (Mavi Nokta) filmini SineSpor köşesinde tanıtmıştım. Yazıya ulaşmak için buradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca Shaq Diesel, Shaq Fu: Da Return, You Can't Stop the Reign, Respect, Shaquille O'Neal Presents His Superfriends, Vol. 1 (Unreleased) isimli rap albümleri bulunmaktadır.


Ve dün @SHAQ isimli twitter hesabından yayınladığı video ile emekliye ayrıldığını açıkladı. Yazının başında 19 yıl önceki dünya ile günümüz arasındaki fark Shaq’ın emeklilik kararını açıklama biçimiyle de gözler önüne seriliyor. Eskiden sporcular bu kararlarını vermek için bir odaya tüm basın mensuplarını doldurul ve onlarca kamera önünde ilan ederken şimdi bir el kamerası ve bir twitter hesabıyla anında dünyanın tümüne iletebiliyor.


Sonuç olarak bir devir kapandı dün itibariyle. Shaq’ın emekliliğiyle birlikte kendimi de emekli olmuş gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Çocukluktan gençliğe geçiş dönemimizin idollerinden birinin aktif spor hayatına veda etmesi kendinizin de ne kadar yaşlandığınızı ortaya koyuyor. 39 yaş gibi sporcular için ileri bir yaşta bırakması ise kendi adıma durumu daha trajik kılıyor. Bende profesyonel sporcu olsam demek tecrübeli veya yaşlı sıfatlarını ismimin önüne alacağım demek oluyor. Oysaki basketbol sahasında top sektirirken kısacık boyuma bakmayarak kendimi bir basketbolcu olarak hayal ettiğim günler dünmüş gibi geliyordu bana.


Sevimli dev, parkeler seni hiç unutmayacak. Kırdığın potalar ise terk edildikleri hurdalıklarda kulağını çınlatmaya devam edecekler. Umarım sahalardan uzak olsan da gülen yüzünle bizlerden uzak kalmazsın…


Aşağıdaki videoda Shaq'ın ünlü spor muhabiri Ahmad Rashad ile yaptığı
röportaj bulunmakta.


31 Mayıs 2011 Salı

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (SİNESPOR)


Dar Alanda Kısa Paslaşmalar

Tür:
Dram, Spor
Yönetmen: Serdar Akar
Gösterim tarihi:
19 Ekim 2001
Senaryo: Önder Çakar, Serdar Akar
Yapım:
2000 Türkiye – 100 dak.
Oyuncular: Müjde Ar, Savaş Dinçel, Uğur Polat, Rafet El Roman, Şahnaz Çakıralp, Erkan Can, Sezai Aydın

Şimdiye kadar SineSpor başlığı altında hep yabancı filmlere yer verdiğimi fark ettim. Ayıbımı kapatmak adına bu yazımda yerli bir filme yer vermek istiyorum. Dar alanda kısa paslaşmalar, hem spor hem de dönem filmi olması sebebiyle ayrı bir önem taşıdığını düşünüyorum.


Seksenli yılların başıdır. Ülkeye sıkıyönetim hâkim olmakla beraber değişim rüzgârları da yavaş yavaş esmeye başlamıştır. Bursa’nın eski semtlerinden birinde esnaf ve mahalle sakinleri tarafından kurulmuş olan Esnafspor amatör ligde mücadele etmektedir. Kulübün kurucuları gibi oyuncuları da o mahalledendir. Sarı –Yeşil renklere sahip olan kulüp Brezilya Milli Takımı’nı örnek almaktadır.


Kulübün başkan koltuğunda aynı zamanda mahallenin Fırıncısı olan Hamdi (Sezai Aydın) bulunmaktadır. Takımın kalesini yaşı ilerlemişte olsa futbol tutkusu hiç sönmemiş olan Suat (Erkan Can) korumaktadır. Suat ile birlikte Kıvırcık, Lango, Mercimek, Ateş, Onbaşı, Alağaçlı, Paşa, Boncuk, Selçuk, Niyazi, Turgay, Esnafspor için ter dökmektedirler. Hepsinin tek bir amacı vardır oda Amatör Lig de bir şampiyonluk kazanmaktır. Takımın teknik direktörlüğünü mahalleye nereden geldiği ve kim olduğu bilinmese de mahallenin sevgisini kazanmış olan Hacı (Savaş Dinçel) yapmaktadır. Hacı genel olarak içine kapalı ama mahalleliyle iyi bir iletişimi olan biridir. Hacı’nın en büyük tutkusu ise Aynur (Müjde Ar) isimli hayat kadınıdır. Onunla evlenmek istemekte ama engellerle karşılaşmaktadır.


Kulüp federasyondan gelen haberle heyecanlanmıştır. Bu sezon ligde şampiyon olan takım profesyonelliğe geçecektir. Bu yeni hedef için takıma transfer yapılması gerekmektedir. Bu yeni isim ise yıldızı yeni yeni parlayan santrafor Serkan (Rafet El Roman) dır. Serkan’ın takıma dâhil olması saha içinde başarıyı getirirken saha dışında dengeleri sarsmaya başlayacaktır. Aynı zamanda rakip takımın genç ve zengin başkanı Cem (Uğur Polat) gözünü Esnafspor’a dikmiştir. Takımının profesyonel olma yolunda Esnafspor’u rakip görmekte ve takımı ele geçirmek için elinden geleni yapacaktır.


Öncelikle filmi beğendiğimi söylemek istiyorum. Senaryo olarak çok fazla yenilik getirmese de çizilen insan portreleri gerçek yaşamla örtüşmekte. Bir mahalle takımı etrafında dönen yaşamları seyirciye aktarılırken, usta oyuncularında katkısı gözden kaçmamakta. Film için dönem filmi demiştim yazının başında. Seksen darbesi sonrası dönemde geçen bir film olmasına rağmen darbe ile ilgili çok fazla ayrıntı verilmemekte. Birkaç sahnede askeri araçlardan inen askerler dışında dönemi anımsatan bir sahne yok. Filmin alt yapısı ve vermek istediği mesaj bu dönemi anlatmaya elverişli olsa da es geçilmiş.

Bunun yanında Ülkenin geçirdiği dönüşümün ilk belirtileri güzel işlenmiş. Amatör ruhun yerine profesyonelliğin geçmesi özelinde ülkedeki serbest piyasa ekonomisine geçişi irdeliyor film. Günümüzde belki de rahatsız olduğumuz birçok konu bu dönemin eseri. Film, o dönemin eleştirisini de çok şık biçimde yapıyor.

Geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz usta oyuncu Savaş Dinçel kariyerine yakışır bir performans çıkarmış. Özellikle filmin başında söylediği ve filmin sloganı olan “Hayat futbola benzer fena halde” sözü filmi özetliyor zaten. Erkan Can ve da oyunculuğunu konuşturduğu filmin belki de en zayıf halkası Rafet El Roman. Rafet El Roman’ın canlandırdığı Serkan karakterinin de çok derin işlenmemesi buna sebep olmuş olabilir. Müjde Ar ise kariyeri boyunca benzer karakterleri canlandırdığı için alışılmış bir oyunculuk sergilemiş.

Bu arada filmin sonunda yapılan maçta rakip takımda tanıdık yüzler yer alıyor. Rıdvan Dilmen, Tanju Çolak ve Metin Tekin gibi emektar futbolcular filme renk katmışlar.

Son zamanların en çok tartışma yaratan konusu olan Bill Shankly’nin “Futbol bir oyun değil ölüm kalım meselesidir” sözüne farklı bir açıdan bakabileceğiniz bir film “Dar alanda Kısa Paslaşmalar”. Futbolun sadece futbol olmadığını, oynanan oyun bir mahalle maçı dahi olsa insanların nasıl kenetlendiği veya karşı karşıya geldiğini film boyunca göreceksiniz. Seyretmediyseniz şiddetle tavsiye ederim.

İyi seyirler…


IMDb sayfası için: http://www.imdb.com/title/tt0265144/